Son Dakika
Orta Asya bozkırlarında hızla yayılan Türkler ile Arabistan çöllerinde doğup siyasî ve askerî birlik kurarak büyüyen İslam ordusu… Sınır komşusu olduktan sonra kıyasıya mücadele eden iki unsur arasındaki rekabet ne zaman sona erdi. Araplarla rekabetten İslamın bayraktarlığına Türkler’i Prof. Dr. Tufan Gündüz Derin Tarih için kaleme aldı.
Prof.Dr.Tufan GÜNDÜZ
Hz. Muhammed’in (sav) 627 yılında Hendek Savaşı’na hazırlandığı sırada bir Türk çadırında oturduğu rivayet edilir. Bu çadırın Asya’nın uzak bozkırlarından Medine’ye kadar nasıl geldiği bilinmez. Çadır hakkındaki bilgi doğruysa herhalde bir Arap tüccarı tarafından görülmüş, beğenilmiş ve Medine’ye kadar taşınmış olmalıydı. O devirlerde Arap tüccarlarına bağlı kervanlar İpek Yolu’ndan Çin’e kadar gidebiliyordu. Muhtemeldir ki bu yollar boyunca zaman zaman Türk kabilelerine rastlıyorlar, onlarla alışverişte bulunuyorlardı. Her ne kadar Cahiliye dönemi şiir ve darbımesellerinde Türklerden bahsedilse de ya temasların az olmasından ya da Türk ülkesinin uzaklığından dolayı Türklere dair belli bir fikre sahip değillerdi.
Hz. Muhammed İslamı tebliğe başladığı ve müşriklerle mücadeleye giriştiği sıralarda (610) Orta Asya’da Türkler, Göktürklerin hâkimiyetinde toplanmışlardı. Ülkenin sınırları Baykal gölünden Kırım’a, Sibirya Bozkırlarından Maveraünnehir ve İpek Yolu’na kadar uzanıyordu. Türklerin kağanı İlig Kağan Ötüken’de oturuyordu ve Çin’le mücadele halindeydi.
Türkler, Kağanlarının Gök Tanrı tarafından “yeryüzünün işlerini düzene koyması, Türk milletinin perişan olmaması” için görevlendirildiğine, yani Tanrı tarafından “Kut” verilerek kağanlığa oturtulduğuna inanıyorlardı. Gökte olduğuna inandıkları Tanrı tekti. Herhangi bir şeye benzemiyordu; kendisi gibiydi. O aslında sadece Türklerin öz tanrısıydı. Bu yüzden Türkler ölünce doğrudan cennete gitmeye hak kazanıyorlardı. Cennet uçmak’tı ve yeri atalarının ruhlarının dolaştığı yerlerdi. Kağan’ın görevi Tanrı’nın Türk milleti için arzuladığı iyi işleri yapmaktı. Ama bu her zaman mümkün olamıyordu. Ülke iyi idare edilmediği ve işler bozulmaya yüz tuttuğunda kağanın kut’unun elinden alındığına ya da kut’lu olmadığına inanılıyordu. İşte o zaman “Oğlu, babası gibi kılınmamış (yaratılmamış)” yani babası gibi kut sahibi olamamış deniliyor ve kağanlığı sona eriyordu.
İşte Hz. Muhammed’in Mekke’nin fethine hazırlandığı günlerde Göktürk Kağanı olan İlig Kağan da babası ve dedesi gibi kılınmamış olacak ki, Çin’e karşı ağır bir mağlubiyet aldı (630). Göktürk Devleti’nin Doğu yarısı Çin hâkimiyetine girdi. Batı kısmı ise ancak 28 yıl ayakta kalabildi. 658’de onlar da Çin’e tâbi oldular. Türk kabilelerinin bir kısmı etrafa dağılıp bağımsız hareket ederken çoğunluğu Çin’in idaresine girmek zorunda kaldı. Türkler devletsiz kaldılar.
Bu sırada Müslümanların fetihleri de çoktan başlamış, halifeler ordularının yönünü Kuzey Suriye, İran ve Mısır’a çevirmişlerdi bile. Müslümanlar o kadar yürekten savaşıyorlardı ki, ne Bizans ne de Sasani kuvvetleri onları durdurabiliyordu. Hz. Ömer (ra) (634-644) zamanında Kadisiye ve Nihavend savaşlarıyla İslam orduları İran’ın derinliklerine doğru ilerlemiş, Horasan ve Toharistan sınırlarında çoktan Müslüman sipahiler dolaşmaya başlamıştı bile. Aslında bunun açık anlamı -Sasani engelinin kalkmasıyla- İslam devletinin sınırlarının Türk ülkelerine dayanmış olmasıydı. Artık Türkler yavaş yavaş bu ordularla temasa başlamışlardı. Öyle ki, Sasani hükümdarı Yezdicerd, Türklerin tarafına kaçıp onlardan aldığı yardımla Belh’i kurtarmıştı. Hz. Ömer’in şehadetinden sonra Toharistan ve Horasan’da çıkan ayaklanmalara Türklerin de karıştığına dair kuvvetli rivayetler vardı.
“DENİZE ULAŞMAMA AZ KALDI”
Sadece burası değil tabii. İslam ordularının girdiği bölgelerden biri de Kafkaslardı ve bölgeyi kuzeyden kuşatan Hazarlarla komşu olunmuştu. Müslümanların el-Bab’ı, yani Türklerin “Demirkapı” dedikleri Derbend’i ele geçirdiklerinde (643), Abdurrahman b. Rebia asıl niyetinin Belencer’e akın düzenlemek olduğunu söylemişti. Belencer ve hemen arkasında bulunan Etil/ İtil şehri Hazarların önemli merkezlerindendi. İslam orduları Hazar ülkelerine girdiler girmesine ama karşılarında da ciddi bir direniş buldular. Hatta Abdurrahman, Belencer yakınlarındaki bir mücadelede şehit düştü. İşin doğrusu Türkler, her ne kadar Göktürk Kağanlığı gibi büyük bir imparatorluktan yoksun kalmış olsalar da, ülkelerini fethe girişen İslam orduları karşısında pek de zayıf sayılmazlardı. Onların kuvvetli direnişi ve savaşçılıklarının fark edilmesi üzerine muhtemeldir ki, “Türkler size ilişmedikçe, siz de onlara ilişmeyiniz” hadisi bu dönemlerde uydurulmuştu.
Hz. Osman’ın (ra) şehadetinden sonra İslam devletinin iç karışıklıklarla boğuştuğu sıralarda Türklerin durumu da pek iç açıcı değildi. Doğu Türk dünyası bütünüyle Çin hâkimiyetindeydi. Ama Türklerin bu hali çok uzun sürmedi. İslam dünyası Kerbela acısıyla sarsılırken (680), Asya’nın uzak bozkırlarında Türkler yeniden toparlanma evresine girmişlerdi. Hz. Hüseyin’in (ra) şehadetinin üzerinden henüz iki yıl bile geçmemişken, Ötüken’de Kutluk Kağan Göktürk Devleti’ni yeniden kurdu (682).
Asya’da yeniden yükselen bu güç, eski sınırlarına kavuşmak için doğuda ve batıda mücadelelere girişti. Kutluk Kağan Türkleri yeniden toparladığı için ‘İlteriş’ unvanı ile anılıyordu ama devleti asıl gücüne kavuşturanlar kardeşi Kapağan Kağan ile oğulları Bilge ve Kültigin idi. 692’de devletin başına geçen Kapağan Kağan önce Kırgızları itaat altına aldı. Çin’e düzenlenen seferler sayesinde neredeyse denize ulaşacaklardı. Bilge Tonyukuk bunu “Şantung’a ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı” diye anlatır. Batıda ise İslam devletinin sınırlarına yeniden yaklaşıldı. 701’de meşhur Demirkapı’ya, yani Derbend’e (Arapların deyimiyle Babü’l-Ebvab) ulaşıldı. Güneybatı sınırında Maveraünnehr’e yakın bölgelerde hâkimiyet süren Türgişler devlete bağlandı. Artık Göktürk hâkimiyeti yeniden Maveraünnehr, Kafkaslar, Çin ve Sibirya sınırlarına dayanmıştı. Ne var ki, Kapağan Kağan’ın sert idaresi yüzünden Göktürk Devleti 710’da büyük bir isyanla sarsıldı. Bazı Türk boyları ayrılıp Çin’e gitti.
Aynı yıllarda İslam fetihleri doğu- batı yönünde devam ediyordu. 710’da Müslümanlar artık Atlas Okyanusu’na dayanmışlardı. Asya’nın en doğusunda Çin, Türkler arasında meydana çıkan karışıklıkta kendisine yer bulmaya çalışırken, Afrika ve Avrupa’nın en batısında Müslümanlar yeni bir fetih hareketine girişiyorlardı. Tarık b. Ziyad ordularının geri çekilme ümidini kırmak için Avrupa kıyılarına kendilerini taşıyan bütün gemileri yaktırıp İspanya’nın fethine başlamıştı bile. 711’de barbar Vizigotlara karşı yapılan Kadiks Savaşı Müslümanların zaferiyle sonuçlandığı günlerde Göktürkler de Kırgızları ikna edip kendilerine yeniden bağlamakla meşguldüler. Müslümanlarla Türklerin sınırı olan Kafkaslar ve Maverünnehr’de ise sonu gelmez çatışmalar, zaferler veya mağlubiyetler sürüp gidiyordu. Kafkaslarda, Azerbaycan’ın kuzey kesimlerinden itibaren Hazarlar, Maveraünnehr taraflarında ise Cürcan’da Sûl ya da Çöl Türkleri, Sistan bölgesinde Hunların Hindistan uzantısı olan Eftalitler ve Halaçlar, Badegis’te Nizek Tarhan ve Toharistan’da Karluklardan bir bey bulunuyordu. Maveraünnehr’e en yakın yerde ise Türgişler hüküm sürüyordu.
MAVERAÜNNEHR’İN KADERİ
Aslına bakılırsa sınır boylarının hâkimi olan Türk beyleri ile Azerbaycan ve Horasan’ı ağırlık merkezi yapmış olan Emevi valileri arasında belirgin bir üstünlük de bulunmuyordu. Şehirler ve beldeler zaman zaman el değiştiriyordu. Üstelik Arap fatihlerin İslamı yaymak gibi bir niyetlerinin bulunmadığı, Müslüman olmayan Türk ve diğer yerli ahaliden cizye almayı daha çok istedikleri yolunda güçlü rivayetler etrafta dolaşıyordu. Bütün bunlar arasında Kuteybe b. Müslim’in Horasan valiliğine atanması Maverünnehr’in kaderini değiştirmeye yetti.
Kuteybe b. Müslim bölgeye vali olarak atandığında henüz 40’ında bile değildi. Aslen Basralı’ydı; Kays Aylân kabilesine mensuptu. Her ne kadar bu kabile Araplar arasında pek asil sayılmasa da o tanınan biriydi. Aslında kaderi Abdullah b. Carud’un Basra’da Haccac b. Yusuf’a isyan etmesiyle değişmişti. Emevilerin önemli komutanlarından ve etkin simalarından Haccac kendi kabilesindendi. İsyan sırasında ordusuyla ona katılıp yararlılıklar gösterdi. Ardından Haccac’ın yüreğini ağzına getiren İbnü’l-Eş’aş isyanında da etkin rol oynadı. Bu iyiliklere karşılık Haccac onu Rey valiliğine gönderdi (702). Bununla da kalmayıp üç yıl geçmeden Horasan valiliğine atanmasını sağladı (705). Kuteybe Horasan’a geldiğinde Toharistan’ın merkezi Belh isyan halindeydi. Hemen o tarafa yöneldi. Ordusunun büyüklüğünden korkan yerel idareciler isyana son verip bağlılıklarını bildirdiler. İlerleyişine devam etti. Önce Çaganiyan ya da Saganiyan şehrini barış yoluyla ele geçirdi. Ardından Toharistan şehirlerinden Aherun ve Şuman’ı vergi vermeleri şartıyla kendisine bağladı. O Merv’e dönerken kardeşi Salih ise Fergana ve Kaşan’ı aldı.
Kuteybe için önemli sorunlardan biri, Toharistan hükümdarı Nizek Tarhan’ın itaat altına alınmasıydı. Ona bir mektup gönderip kendisine bağlanmasını ve elindeki esirleri serbest bırakmasını istedi. Nizek, onun başkent Badegis’e girmemesi şartıyla barışı kabul etti (706). Ama bu barış uzun sürmedi. Kuteybe Maveraünnehr’in en önemli ticaret merkezlerinden Baykent’in (ya da Beykent) üzerine yürüdü. Uzun bir kuşatmadan sonra şehri teslim aldıysa da, ayrılmasından hemen sonra şehir halkı orada bıraktığı kuvvetleri öldürdü. Bunun üzerine geri dönen Kuteybe şehre girip askerlerin çoğunu öldürdü; işe yarar kimseleri esir etti. 707 baharında Buhara’yı ele geçirmek üzere yola çıktı. Bu defa yolda Türklerle şiddetli bir savaşa tutuştu. Durumunun ağırlaştığı sırada Nizek Tarhan’ın yetişmesiyle galip geldi. Ama yıpranmış bir orduyla yoluna devam etmeyip Merv’e döndü. Buhara’nın fethini ise ertelemek zorunda kaldı.
Buhara, Türkistan’ın en önemli şehirlerinden biriydi. Türklerden başka pek çok kavim yaşıyordu burada. Ahalinin çeşitliliği dinî yapıya da yansımıştı. Mecusîlikten putperestliğe pek çok inanç vardı. Şehrin en önemli çarşılarından biri sadece putların satıldığı bir yerdi. Ateşgedelere ait tapınaklar da vardı. Haccac’ın şehrin fethi konusundaki sabırsızlığı sadece bunlardan kaynaklanmıyordu. Burası aynı zamanda stratejik açıdan önemli bir merkez konumundaydı.
Kuteybe ancak 708/709’da Buhara’ya girebildi. Şehirdeki en önemli tapınağı camiye çevirmekle kalmadı; Cuma namazına gelecek olanlara para verileceğini ilan etti. Bu yolla şehir ahalisinden bazıları İslama girip camiye gelmeye başladılar. Bunlar Arapça bilmedikleri için ilk dönemler namaz esnasında Farsça, “secdeye varın, rükua varın” gibi uyarılar yapılıyordu.
“KILIÇ ZORU” MESELESİ
Onun hâkimiyetini tanımış görünen Nizek Tarhan Belh, Merverruz, Talekan(Talkan), Faryâb ve Cuzcân beylerinin de desteği ile isyana kalkıştı. Kuteybe uzun uğraştan sonra isyanı bastırdı, Nizek öldürüldü (710). Talekan’da katliam yapıldı. Takip eden aylar ve yıllar içinde Şâş, Semerkant, Fergana şehirlerini ele geçirdi. Haccac’ın vefatına rağmen görevinde kalınca bu de fa Kâşgar’a yöneldi. Artık Çin sınırına dayanmıştı. Ama yolda iken Halife Velid’in öldüğü ve kendisinin de Horasan valiliğinden alındığını duyunca geri döndü. Acele karar verip isyan ateşini yakınca 715’te kardeşleriyle birlikte öldürüldü. Böylece Çin sınırına kadar dayanmış olan İslam fetihleri de duraklayacaktı.
722’de Türgişlerin Horasan’daki kayıp yurtlarını geri alma çabaları Türklerle Araplar arasındaki mücadeleyi kızıştırdı. Horasan’ın yeni valisi Said b. Amr, Türgişlere destek veren Türklere karşı daha zalimce davranıyordu. 722’de gerçekleştirdiği Hocent katliamı Araplara karşı kini daha da arttırmış, Türklerdeki direniş duygusunu kuvvetlendirmişti. Onun Taşkent’i ele geçirmek üzere sefere çıkışı Türgiş Kağanı Sulu Kağan tarafından mağlubiyetle sonlandırıldı. Seyhun yakınlarındaki Yevmü’l-atş denilen yerde Türklerin kazandığı bu zafer Maveraünnehr’deki Emevi hâkimiyetini temelden sarstı. Bununla kalmayıp sonraki yıllarda Türkler belirgin bir şekilde üstün konuma geldiler. Abbasi Halifesi Hişam b. Abdülmelik, Türgiş Hakanı Sulu Kağan’a elçi göndererek onu İslama davet etti. Sulu Kağan bu teklifi, halkını zora sokacağı gerekçesiyle reddetti. İlginçtir, aynı tarihlerde Göktürklerin kapısını da Budist rahipler çalmışlar; hatta Bilge Kağan’ı neredeyse ikna etmişlerdi. Ancak veziri Tonyukuk, ağırkanlı ve hükmetme duygusu zaafa uğramış bir Budist olmayı, şehirler kurup yerleşmeyi Türklerin tabiatına aykırı görerek karşı çıktı. Bu sayede Budizm kök ataları teğet geçmiş oldu (724).
O tarihlerde Müslümanların Türklerle çatışma halinde oldukları bir başka bölge Kafkaslardı. Halife Velid’in ünlü kumandanlarından Mesleme 710 yılında Demirkapı’ya (Derbend) kadar ilerlemişti. Sonraki yıllarda da en az iki sefer daha yapıldı. Ne var ki, bu savaşlar bir netice vermediği gibi çok sayıda Müslüman da Hazarlara esir düştü. 737’de Hazarlarla yapılan savaşı İslam ordularının kazanması üzerine Hazarlar ülkelerinde İslamiyeti anlatmak üzere iki fakih görevlendirilmesini kabul ettiler. Aslında Hazar hükümdar ailesi ve üst yönetimde bulunanlar Museviliği benimsemişlerdi. Ülkenin Hıristiyan misyonerlerin geçiş noktasında olması sebebiyle nispeten bu din de yayılmıştı. Ahalinin çoğunluğu ise eski Türk inançlarını muhafaza ediyordu. Şimdi Müslümanlık için de yeni bir yol açılmış sayılabilirdi.
Ama asıl sorun bunlar değildi. Uzun savaşlar sırasında Türkler arasında İslamiyetin yayılması neredeyse sıfır noktasında duruyordu. Uzun süren savaşlar, akınlar, yıldırma politikaları ve nihayet geçici hâkimiyetler hiçbir işe yaramamış, iki taraf arasındaki rekabeti körüklemekten öteye geçememişti. Üstelik Emeviler gerek cizye vergisinde kayıp yaşamamak, gerekse Arap olmayanlara köle muamelesi yapmak gibi hevesler yüzünden İslamiyetin yayılması için çok da gayretli davranmıyorlardı. Açık söylemek gerekirse zaten dinamik bir hayat yaşayan; kılıç, ok, yay, mızrak gibi savaş aletlerini kardeşi gibi yanında taşıyan Türkler için savaşlar, yenilgiler ve kılıç zoru hiçbir işe yaramamıştı.
İSLAMA GEÇİŞ 300 YIL SÜRDÜ
İslam tarihçilerinin Müslüman ordularının gücünü göstermek, zaferlerinin parlaklığına işaret etmek için yazdıkları, Talekan, Cüzcan, Fergana, Buhara gibi şehirlerin ele geçirilmesi esnasında yaşanan katliamların büyüklüğü ne olursa olsun, kılıç ile iman arasında bir tercihte bırakılan insanların akıbetini göstermemektedir. Buhara örneğinde görüldüğü gibi bölgenin en önemli fatihi olan Kuteybe b. Müslim bile halkı İslama davet etmek, namaza alıştırmak ve Cuma namazlarına ilgiyi artırmak için çok iyi kullandığı kılıcı yerine daha yumuşak yöntemler denemiştir. Hatta şehirde, evlerini Araplarla paylaşmak istemeyen Buhara eşrafının şehrin dışında yeni bir yerleşim yeri meydana getirmesine bile müdahale etmemiştir.
Burada bilinmesi gereken en önemli husus, Müslümanlarla Türkler arasındaki temasların Kafkaslar ve Maveraünnehr ile sınırlı kalmış olmasıdır. Bu saydığım yerlerde de ya Fergana, Buhara, Belh gibi şehirlere hâkim durumda olan beyler yahut Türgişler, Karluklar, Hazarlar gibi boy veya devletler bulunuyordu. Onlar da sahip oldukları şehirleri yeni fatihlere vermek istemiyorlardı. Üstelik bu saydıklarımız İslam orduları karşısında büsbütün mağlup veya ezilmiş durumda değillerdi. Emevi valilerine karşı zaman zaman belirgin üstünlükleri söz konusuydu. Örneğin Hazarlar, Kıpçaklardan aldıkları destekle 723’te Emevi ordularını ağır bir yenilgiye uğratmışlardı. Bundan birkaç yıl sonra da (727) Türgişler belirgin bir galibiyet aldılar. Çok açık şekilde bellidir ki, kılıç üstünlüğü tam olarak Müslüman Arapları işaret etmemekteydi.
Türklerin büyük bölümü ise İslam ordularıyla zaten hiç karşılaşmamışlardı. Kırgızlar, Kıpçaklar, Kimekler, Tatarlar, Uygurlar ve Oğuzların İslam ile teması Emevilerden ziyade Abbasiler dönemine tekabül eder. Göktürkler 745 yılına kadar hüküm sürmelerine rağmen Peçenekler, Uzlar, Tuna Bulgarları Karadeniz’in kuzeyinden batıya göç ettikleri ve Hıristiyanlık âlemine karıştıkları için Müslümanlarla hiç karşılaşmadılar. Dolayısıyla şu kılıç meselesini tam olarak izah etmekten aciz durumdayız.
Din değiştirme aşağıda da görüleceği üzere uzun bir süreçtir ve bu sürecin tamamlanması nereden bakılırsa bakılsın en az 300 yıl sürmüştür. Ayrıca bu süreci kılıç zoru yerine kültür değişimi ve Türklerin yeni bir kültür atlasına dâhil olmalarıyla izah etmek daha mantıklıdır. Bu hususta elimizde destanî mahiyette eserler başta olmak üzere zengin veriler bulunmaktadır. En azından Dede Korkut destanlarındaki Deli Dumrul hikâyesine bir göz atmak yeterli olacaktır. (1.bölümün sonu. Devam edecek.)
Kaynak : a haber.com.tr.(Derin Tarih dergisi)
Etiketler: Din » Dünya » Genel » Görüş Yorum » Haber » Makale Analiz
BENZER HABERLER