logo

trugen jacn

DOĞU TÜRKİSTAN VEYA KALBİM,LÜTFEN DAYANMAYA DEVAM ET !

Abdulbaki DEĞER

Çin’in Doğu Türkistan’daki uygulamalarına dönük küresel güçlerde ve onlarla bağlantılı uluslararası medyada göze çarpan ‘hassasiyet’ dikkat çekici. Bu hassasiyeti dünyanın diğer bölgelerinde yaşananlar karşısında takındığı tavır ve tutumu dikkate aldığımızda ‘insan hakları’ duyarlılığı üzerinden görmemiz zorlaşıyor. Filistin, Irak, Suriye, Myanmar, Afrika vs. gibi pek çok bölgede bu güçlerin ve medyanın ne tür manipülatif tavırlar içerisine girdiğini, Guantanamo, Ebu Gureyb, fiilen bir açık hava hapishanesi olan Gazze ile ilgili nasıl tutuk kaldıklarını, pek çok vahşetin nasıl kadraja alınmadığını biliyoruz. Ancak Doğu Türkistan’a ilişkin bu şaibeli duyarlılığın farkında olmakla birlikte Çin’in yürüttüğü ‘yok etme’ siyasetinin tüm şiddetiyle yaşandığını da biliyoruz.

Küresel güçlerin ve medyanın nasıl davrandığını paranteze alarak Doğu Türkistanlıların durumuna değinmek istiyorum. Çin açıkça Doğu Türkistan’da ‘terörle mücadele’ konsepti içerisinde bir toplumun inanç ve değer dünyasını hedef alıyor. Üstelik küresel dünyanın algısını da gözetecek şekilde ‘Toplama Kampları’nın ismini Orwell’ın ‘yenikonuş’ (newspeak) dilinden uyarlamış şekilde ‘Mesleki Eğitim Merkezleri’ne çevirmiş. Resmi açıklamaya göre bu merkezlerde insanlar hem beyinleri ‘aşırı düşüncelerden’ arındırılıyor hem de meslek öğrenerek kendileri ve ülkeleri için yararlı vatandaşa dönüştürülüyorlar. Platon da ideal devletinde dinsizleri, yani devlet dinine inanmayanları, suya sabuna dokunmayan kişiler olsalar bile örnek teşkil etmelerinden dolayı tehlikeli görür ve onları ‘ıslah ve pişmanlık’ evi olan Sophronistère’ye mahkum ediyordu. Resmi hakikat düzeni doğrultusunda toplumsal gerçekliğin yani belirli bir kültürün ve inancın ‘meşru’ ve ‘makbul’ olana dönüştürülmek üzere ideolojik ve baskı aygıtlarının seferber edildiği bütüncül bir mühendislik uygulamasına maruz bırakılmasından bahsediyoruz. Dikkat edelim, Platon’un Sophronistère’sinde olduğu gibi ‘suya sabuna dokunmayan kişiler’ olsalar bile varlıkları itibariyle ‘sakıncalı’ görülen, ‘olağan şüpheliler’e çevrilen bir kimlikten, bir inançtan, bir aidiyetten bahsediyoruz, bir suç veya bir suçludan bahsetmiyoruz.

Çin’in yürüttüğü mekanizma Bush Doktrini’nin mantığını ve çalışma şeklini çağrıştırıyor. Hatırlanacağı üzere ABD’nin 44. Başkanı George W. Bush tarafından açıklanan bu doktrin 11 Eylül saldırılarından sonra geliştirilmiş ve 20 Eylül 2002 tarihinde ‘Yeni Amerikan Milli Güvenlik Stratejisi’ (The National Security Strategy of the United States) başlığıyla yayınlanmıştı. Doktrin, potansiyel tehdit oluşturduğu, ileride problem çıkarabileceği düşünülen her oluşum ya da ülkeye karşı nerede olursa olsun “vurulmadan önce vurma” felsefesi çerçevesinde davranmayı ve gerekirse düşman devletlerdeki rejimleri değiştirmeyi içeriyordu. Potansiyel tehdit, ilerde problem çıkarabileceği düşünülen gibi keyfilikle malul bu mantık resmi hakikat düzeninin çetelesine veya onun uygulayıcılarının tehlike radarına takılan kişiyi suçlu, takılan şeyi de suç olarak niteleme hakkını, ayrıcalığını ve keyfiliğini beraberinde taşıyor. Suçun veya suçluluğun ne kadar süreceğinin, ne yapılırsa sona ereceğinin veya sona ermesi için neyin ne şekilde yapılmasının bir ölçütü yok. Herhangi bir ölçütten bağımsız şekilde ikna edilmesi veya ikna olması gereken bir düzen var, bu düzene ‘araçsal akıl’ üzerinden bağlanmış görevliler var. O yüzden ‘Toplama Kampları’nda olan insanlar kendilerine uzatılan mikrofona düzenin hoşuna gideceğini düşündükleri yavan sözleri tedirginlikle sıralıyorlar: Tehlikeli, aşırı düşüncelere kendimi kaptırdım, burada çok mutluyum, iyi, güzel ve faydalı şeyler öğreniyorum.

Küresel kamuoyunu yönlendirmeye matuf çevrilen bu mizansende dil ile göz, söz ile bakış arasındaki uyumsuzluk gerçekliğe örtülmek istenen perdeyi yırtıyor. Gizlenmek istenen, başka türlü gösterilmek istenen şey tam da bu uyumsuzluktan yol alıp görünür oluyor. Çin’in resmi söylemini ‘yenikonuş’a çeviren de bu uyumsuzluk. Mizansenin deşifresi için kameranın açısına gözlerin girmesi yetiyor. Dil ne söylerse söylesin gözlerin nasıl sessiz bir çığlıkla çaresiz bir feryatla konuştuğunu işitebiliyoruz.

Deleuze ‘disiplin altına alınmış toplum’un okul, kışla, hapishane, hastane vs. gibi kuşatıcı ortamlardan ve kurumlardan oluştuğunu belirterek günümüzde kuşatıcı ortamların tümü için geçerli bir krizin varlığına işaret ediyordu. Aynı şekilde kaba mühendislik uygulamalarının, kapatma, gözetme şeklinde tanımlanan iktidar biçimlerinin çok daha şeffaf, çok daha akışkan, panoptikon yerine sinoptikona, başkası tarafından gözetlenmeden ve denetim altına alınmaktan bir anlamda ‘gönüllü kulluk’a, kendi kendini denetlemeye evrildiği şeklinde tartışmaların yapıldığı bir düzlemde dünyanın pek çok yerinde Doğu Türkistan’da olduğu gibi kuşatıcı ortamlar ve kurumlar altın çağlarını yaşıyor. İnsanların büyük kısmı toplumsal mühendislikle, tecritle, tehdit ve şantajla cendereye alınıyor. Bu yolla sindiriliyor, bastırılıyor, kültür ve değer dünyasından arındırılıyor.

Yine bu vesileyle Barthes’in ‘Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir’ tespitine atıf yapmıştım. Ancak ciddi ve uyanık olmakta fayda var. Faşizm çoğu durumda da düpedüz konuşma yasağıdır. Kaba saba bir muameleye maruz bırakılmaktır. Norm’un dışına yerleştirilmektir. Norm’un muhatabı olma vasfını kaybetmek, popüler ifadeyle ‘özne’ olmaktan çıkarılmak, her türlü istisnaya norm dışı (anormal) muameleye muhatap kılınmaktır. Lyotard parti-devlet rejimlerinin (veya devletlerin) vatandaşlarını ‘anlatı’nın hem sorumlu ortak yazarı, hem imtiyazlı dinleyicisi, hem de kendileriyle ilgili epizotlarında eksiksiz uygulayıcısı olarak konumlandırdığını belirtiyor: ‘Eğer bu ödevlerin birini yerine getirmezseniz, tüm niteliklerinizi kaybediyorsunuz. Bir uygulama hatası, bir dinleme yanlışı, bir anlatı sürçmesi ve işte tutsaksınız. …Sizi senaryo dışı bırakırlar, sahne dışı, tiyatro dışı bırakırlar, kulisler dahil. Anlatı yasaklısısınızdır. İşte harap etme bu şekildedir.’ Doğu Türkistanlıların ‘anlatı yasaklısı’ ilan edilip ‘harap edilmeye’ maruz bırakılması çok daha vahimdir. Zira onlar yanlış bir şey, yanlış anlaşılacak bir şey yaptıkları için değil bizatihi varlıklarıyla ‘yanlış’ görüldükleri için bir yok etme siyasetine maruz kalıyorlar. Bu siyasetin karşı konulması elzem olan bir ‘kara siyasa’ olduğu ortada. Diğer taraftan Çin’in bu yapıp ettiklerini doğru ve meşru gören pek çok Müslüman ülkenin varlığı da ayrıca yüzkarası bir varlık, kapkara bir siyasa olarak önümüzdedir. Mevcut etik anlatıların iflas ettiğini belirten Agamben ‘toplama kampları’nın ortaya çıkardığı Muselmann’ın yaşamsal, akılsal ve iradi pasiflikle tanımlanabileceğini ileri sürer ve onun bu isim ile adlandırılmasının nedeninin Müslümanlıktaki teslimiyetle bağlantılı olabileceğini vurgular. Agamben, Améry’den şu alıntıyı yapar: “Kendi umutları tükenen, arkadaşlarının da umudu kestiği, kamp dilinde adına Muselmann dediğimiz tutsağın bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak, mantıklı ve mantıksız ayrımına yer yoktu. O artık son çırpınışlarını sürdüren bir fiziksel işlevler yığını, güçbela yürüyen bir canlı cesetti.’ Doğu Türkistanlılara reva görülen insandışılığa mı feryat edelim yoksa reva görülen zulmü bırakın eliyle, diliyle düzeltmeyi tersine destekleyen ‘fiziksel işlevler yığını’ olmaktan öteye geçmeyen Muselmann görünüme mi kahırlanalım? İzzet ve onurlarını aziz bilmek ve adalet, ahlak ve özgürlük şiarını yükseltmekle mükellef Müslümanların yerküre üzerinde sergilediği ‘Muselmann’ görünümü Çin’in Doğu Türkistanlılara uyguladığı zulümden daha az ağır ve daha az acil bir görünüm arz etmiyor açıkçası.

Çin’deki Toplama Kamplarının duvarlarından birisine ” Kalbim, lütfen dayanmaya devam et! “ şeklinde yazmış. Dışarıdakilerin de maalesef bunun dışında söyleyebildikleri pek bir şey yok! 

KAYNAK : https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/dogu-turkistan-veya-kalbim-lutfen-dayanmaya-devam-et/haber-225054?fbclid

Etiketler: » » » » » » » »
Share
926 Kez Görüntülendi.