logo

trugen jacn
13 Mart 2014

Doğu Türkistan Sancısı -Turgut DEMİRTEPE

 

Turgut DEMİRTEPE

Çin’in Sincan Uygur Özerk Böl-gesi’nde Haziran ayı sonunda çıkan olaylarda 35 kişinin yaşamını yitirmesi, Doğu Türkistan sorununu yeniden gündeme taşıdı. Güvenlik güçleri ile Uygurlar arasındaki bu çatışma, kuşkusuz Uygurlar ile yerel otoriteler ya da Han Çinlileri arasındaki ilk çatışma değil. Uzun süredir devam eden bu etnik geri-lim, kimi zaman irili ufaklı çatışmalara dönüşüyor ve geçen Nisan ve Haziran aylarında olduğu gibi oldukça kanlı sonuçlar doğurabiliyor.
Öte yandan olayların arka planı her ne olursa olsun, Çinli yetkililerin açıklamaları değişmiyor. Son olaylarda da “bir grup ‘haydutun/teröristin’ güvenlik güçlerine saldırdığı ve olaylarda 35 kişinin öldüğü” bildirildi. Bu haber, 24 Nisan’da 21 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylara ilişkin resmî anlatının tıpkı basımıydı. Oysa bölgeden bilgi aktaran kaynaklar, yaşananların Çinli yetkililerin 2009 olaylarından sonra artan baskı politikalarına bir tepkinin sonucu olduğu, birçok Uygur’un sorgusuz olarak evinden alındığı ve kendilerinden haber alınamadığı ve özellikle de Ramazan ayı öncesi güvenlik güçlerinin dine yönelik baskıları artırdığını söylüyor.
Çinli yetkililerin etnik gruplar arasında uyum olduğu ve hükümet politikalarının pozitif ayrımcılık temelinde şekillendiği yönündeki açıklaması ile gerçeklik arasında ise çarpıcı bir çelişki var. Hükümetin etnik azınlıklara ilişkin sistematik ayrımcılık ve baskı politikası izlemesinin yanı sıra Han Çinlileri ile diğer etnik topluluklar arasında da ciddi bir gerilim söz konusu. Han Çinlileri arasında Uygur, Tibet ve Moğollara yönelik “örtülü ırkçılık” oldukça yaygın. Kendilerini geçmişi binlerce yıla dayanan büyük bir uygarlığın temsilcileri olarak görüp etnik azınlıkları “Çin devletinin ‘bahşettikleri’ karşısında ‘nan-körce’ davranan topluluklar” olarak değerlendiriyorlar.
Sorunun kökleri
Çin 56 etnik gruptan oluşuyor. 1949’da bölgenin işgalinden sonra Pekin, Doğu Türkistan’ı Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak yapılandırarak Uygurlara kısmi otonomi sağladı. Ancak Uygur otonomisi büyük oranda kağıt üzerinde kaldı ve Çinli yetkililer derecesi konjonktürel olarak değişmekle birlikte dil, kültür, din, ekonomi ve siyaset alanlarında Uygurlara yönelik asimilasyon politikası izledi.
Çince (Mandarin) öğretimi, zaman içinde Uygur Türkçesi’nin eğitimin her düzeyinden tasfiye edilmesini hedefleyen bir politikaya dönüştü. Mandarin, azınlık okulları da dâhil tüm okullarda ana müfredat dili hâline geldi ve Uygur Türkçesi’nin öğretildiği ders saatleri azaltıldı; hatta Uygur öğrencilerinin okullarda kendi aralarında ana dillerini konuşması bile yasaklandı.
İslam, Uygur kimliğinin entegral bir parçası olduğu için Pekin tarafından etnik milliyetçiliğin ve rejime karşı muhalefetin ana unsuru olarak görüldü ve bu bakışa toplumsal yaşamın her düzeyinde baskı politikaları eşlik etti. Dinî eğitimden nikaha, kutsal mekan ziyaretlerinden toplu cenaze namazlarına kadar her dinî faaliyet ve pratik yasa dışı ilan edilerek bu ritüelleri sürdürenler cezai müeyyidelere maruz bırakıldı. Öğrenci ve kamu görevlilerinin -hatta emeklilerin- oruç ve namaz gibi ibadetlerine yasak getirildi, aksi yönde hareket edenler ya işten çıkarıldı ya da ağır para cezalarına çarptırıldı.
11 Eylül sonrası uluslararası atmosfer Çin’in Uygurlara yönelik baskılarının artışına olanak sağladı. Politikalara tepki gösteren birçok Uygur’un hak ve özgürlük talepleri, resmî medya kanalları aracılığıyla “İslamcı terörist” etiketlemesiyle “radikalizm”le özdeşleştirildi. Pekin, uluslararası platformalarda “üç şeytani tehdit” –ekstremizm, ayrılıkçılık ve terörizm– ile karşı karşıya olduğunu dillendirirken doğrudan ya da dolaylı olarak Uygur Türklerini bu tehdit algısının merkezine yerleştirdi. Pekin’in İslama yönelik baskılarının Hui Müslümanlarından ziyade Uygur Türklerine yönelmesi, sorunun etnik boyutunu ve Uygur Türklerine yönelik ayrılıkçı tehdit algısını gösteriyor.
Pekin’in Uygur politikasının en hayati ayağı ise Uygurları kendi topraklarında azınlık konumuna düşürmek üzerine kurulu. Çinli yetkililerin 1949 işgalinden bu yana uyguladıkları ve son on yıldır ivme kazanan kolonizasyon politikası sonucu Uygurlar günümüzde Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki nüfusun yüzde 45’ine kadar geriledi. 1950’lerde nüfusun yalnızca yüzde 6’sını oluşturan Han Çinlileri bugün neredeyse çoğunluk statüsüne geçmek üzere.
1999’da ülkenin Batı bölgelerinde kalkınma sağlamak amacıyla başlatılan xibu da kaifa (Batı Bölgelerinin Büyük Açılımı) projesi, Etnik İlişkiler Komisyonu Başkanı Li Dezhu’nun ifadesiyle aynı zamanda “Çin’in milliyetler problemini çözmek için gerekli bir politika” olarak görülüyor. Bir yandan Batı bölgelerinde yaşayan Han Çinlileri bölgeye yerleştirilirken, diğer yandan Uygurlar, özellikle genç kızlar, kalifiye işçi olarak yetiştirilmek üzere Han Çinlilerinin yaşadığı sanayileşmiş Doğu kentlerine  gönderiliyor. Bu politika, geleneksel aile yapısını devam ettiren Uygur toplumu açısından Uygur kimliğini çözmeye yönelik bir stratejinin parçası niteliğinde.
Yabancılaşma ve tehdit algısı artışı
Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne yönelik Çinli göçü, bölgenin yapısını değiştirecek ciddi demografik, kültürel ve siyasal sonuçlar doğurmanın yanı sıra Uygurlar ile Han Çinlileri arasındaki yabancılaşmayı ve karşılıklı tehdit algısını da besliyor. Xibu da kaifa projesi bölgeye ciddi bir zenginlik getirmiş olsa da proje, etnik topluluklar arasında ekonomik farklılıkları azaltmak bir yana, mevcut sosyo-ekonomik tabakalaşmayı etnik temelde daha da derinleştiriyor. Bölgedeki yatırımlar Han Çinlilerinin yaşadığı kuzeydeki yerleşim bölgelerinde yoğunlaşırken, Kaşgar ve Hotan gibi Uygurların yaşadığı güney şehirleri yatırımlardan mahrum kalıyor. Uluslararası Af Örgütü raporlarının da işaret ettiği gibi etnik ayrımcılık nedeniyle Uygurlar arasında işsizlik oranları oldukça yüksek ve bu durum Han Çinlileri ile Uygurlar arasındaki etnik gerilimi beslediği gibi soruna ekonomik bir boyut da katıyor.
Çin’in entegrasyon yerine Uygurlara yönelik yüksek bir tehdit algısı eşliğinde yürüttüğü birçok alandaki baskı politikaları sorunu daha da çetrefilleştiriyor. Öte yandan Uygurların hak ve özgürlük talepleri diasporanın olanca çabasına karşın uluslararası kamuoyunda yeterince ilgi görmüyor. Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Rabiya Kadir, 60’dan fazla Müslüman ülkenin Myanmar’da Müslüman azınlığa yönelik katliamları kınayan bir bildiri yayınlarken 10 binden fazla Uygurun hapse atıldığı ya da faili meçhule kurban gittiği Çin’e karşı benzer bir yaklaşımın yokluğundan yakınıyor. Uygur sorununu dünya gündemine taşımak bir yana, Çin’in baskıları nedeniyle bu ülkelerin çoğu -Türkiye de dâhil- Doğu Türkistan sorununun sözcülerinin ülkelerine girişine bile izin vermiyor. Uluslararası ilgisizlik, Pekin’in baskı politikaları ve Han Çinlilerinin düşmanca yaklaşımı arasında kalan Uygurların kendilerini giderek kuşatılmış hissettikleri bir vasatta Haziran ayın-dakine benzer olayların önümüzdeki dönemlerde de sıklıkla görüleceğini tahmin etmek zor değil.
http://www.usakanalist.com/detail.php?id=687
Etiketler: »
Share
1608 Kez Görüntülendi.