Son Dakika
Doğu Türkistan’da iken bir Kazak mühendisle tanışmıştım,. Onun dediğine göre, Çinli Ordusu onların şirketinden bazı elektronik cihazları satın almış, o sattığı bu cihazları yerlerine monte etmek için bir kaç Çinli mühendisle beraber Doğu Türkistan’daki bir dağın yamacına kurulu olan büyük Bir Askeri Kışlada bir kaç gün kalmış. Onlar O kışlanın mutfağında askerlerle beraber yemek yemiş. Bu kışlada bir kaç bin asker kaldığı için mutfağı çok büyükmüş. Çince eğitim almış bu Kazak mühendisin dikkatini mutfağın duvarına asılı Çince büyük bir levha Çekmiş. Levhada “Oğuzların etini yiyelim – Hunların kanını içelim ! ” cümlesi büyük harflerle yazılı imiş. O Kazak Mühendis arkadaş bunu bana anlattıktan sonra :” Çinliler hala bizlerin(Türklerin) etlerini yeme ve kanlarımızı içme fikrinden asla Vazgeçmemiş !” diye anlatmıştı.
Ekrem İLK
Çin’in Cecang (Zhe Jiang) eyaletinin Şavşing (Shao xing), Ninbo (Ning bo), Cuşen (Zhou shan) gibi il ve ilçelerinde “alçaklar” diye bir kavim (topluluk) vardır. Bu kavimin varoluşu hakkında türlü bilgiler vardır ve Çin bilim adamlarının araştırması neticesinde bunların kimliği tespit edilmiştir. Yani Çinliler, Moğolların Yuan hanedanlığını yıktıktan sonra, Moğol yaylalarına geri dönemeden esir düşmüş ,Moğol ve renkli gözlüler esasen öldürülmüştür. Çang cang (Chang Jiang) Nehri’nin güneyinde esir düşen az sayıda sağ kalanlar ise köle yapılmıştır.
Çin’in Ming hanedanı kendi halkını on sınıfa ayırmış, bu sınıflardan en aşağısı ise dilenciler imiş. Moğol esirleri ise bu dilencilerle beraber onuncu sınıfa mensup olmuş (Fahişeler sekizinci sınıfta yer alıyordu). Yürürlükteki kanunlar ve yerli halk arasında geçerli adetlere göre bu Moğol kalıntılarına aşağıdaki on çeşit yasak konulmuştur :
1) Okula gitmek, kitap okumak ;
2) Memur olarak yetkili olmak;
3) Ticaret pazarlama ve el sanatı ile ilgilenmek;
4) Arazide tarım ürünü yetiştirmek;
5) Çinliler ile nikahlanmak;
6) Sesli konuşmak;
7) Dik yürüyerek büyük adım atmak;
8) İstişare kılmak;
9) Geceleri gürültü yapmak;
10) Topluca hareket etmek.
Bu Moğol kalıntılarına giyim kuşam yasağı da vardı, Çinliler ile beraber yaşamasına da yasak vardı, onlar belirli mahallelerde topluca yaşıyordu. “Alçaklık” nesilden nesle miras kalıyordu. Eski Çin’in toplum yapısında memur, çiftçi, el işi ustaları ve tüccarlar “dört çeşit sivil “diye adlandırılmış olup onlar ,yetkililerin hoşlandığı ve laf dinleyen halktı. Sadece memur ve toprak sahibi zenginler değil bu “dört çeşit sivil” de alçaklara istediği kadar zorbalık yapabiliyordu. Onların düşüncesine göre alçaklar doğuştan alçaktı ve kişilere uğursuzluk, bela getirecekti. Dolayısıyla onları gördükleri zaman tükürmek ve küfretmek ile kötülükleri önlemiş oluyorlardı. Alçaklar basit Çinlilere köle olarak çalışıyorlardı. Onlar çiftçi Çinlilere “çiftçi bey”.öbürlerine “ağam”diye sesleniyordu. Bu Alçakların meslek türlerinde de engeller oluşturmuştu. Onlar Çinlilerin istemediği meslekleri yapıyordu. Mesela،erkekler bataklıkta kurbağaları ve böcekleri tutuyordu, tahtırevan ve tabut taşıyordu, kuaförlük yapıyordu, domuz kesiyordu, rüya tabiri yapıyordu, yüzlerini cin gibi boyayıp, müzik aletleri çalarak insanları eğlendiriyordu. Kadınlar ise başkalarının saçını tarayarak örüyordu, kadınların yüzlerindeki tüyleri temizliyordu, çöpçatanlık yapıyordu, evlenecek kızlara cinsiyet dersi veriyordu.
Bu sistem ve gelenek 360 yıl kadar devam ettikten sonra, yani1720 ‘li yıllarda Mançu hanedanının Yongcing hanı kararname çıkartarak alçaklar sınıfını yasal olarak iptal etmiştir.
Çin’in Şinghay Devrimi’nden sonra her ne kadar aynı sistem açıklansa da, insanlar arasında alçaklar ile evlenmeme geleneği 1940 yıllarının sonlarına kadar vardı, alçakların topluca yaşaması 1980’li yıllara kadar devam etmiştir. Alçaklar kendi aralarında nesilden nesle kendilerinin Moğol neslinden olduklarını beyan etmişlerdir. Çin’in “Batıya Seyahat “filmindeki maymun rolünü oynayan Luşolinton sonradan kendinin alçakların neslinden olduğunu açıklamıştı. Çinliler de bu alçakların Moğol esirlerin neslinden olduklarını nesilden nesle hikaye etmişlerdir. 1930-1940 yıllarında Cecang etrafında Çinlilerin çocukları böyle bir oyun oynuyorlardı: bir tane saman atılan çuvalın üzerine bir çocuk yatıyor ve diğer çocuklar bir ip ile çuvalı çekiyordu. Bu oyunun adı “Moğol sürükleme” olup bu , zamanında Moğolların cesetlerini sürükleyen bir canlandırma idi.
Alçaklarla ilgili kayıtlar içinde ilgi çeken aşağıdaki birkaç şey de vardır :
1. Moğol imparatorluğu yıkıldıktan 600 sene sonra Moğol kalıntılarının yüz, dil, kültür ,örf olarak tamamen Çinlileşmiş olan 20-ya da 30- neslin de Çinliler tarafından kabul edilmemesi, sistematik olarak toplumun en alt kademelerinde dışlanması, horlanması.
2. Sosyal statüsü düşük Çin vatandaşlarının kendinden daha aşağıda olan alçaklara yaptığı zulümler. Mançulu yetkililerin kararname çıkararak alçaklara hürlük vermesinden sonra da ezilen Çin toplumu içinde örf ve ideolojik güçlerin aracılığıyla bu tür baskı ve horlamanın devam etmesi
3. Moğollar yenildikten 600 yıl sonra da Çinli çocukların “Moğol sürükleme ” oyununu oynaması
4. Alçaklar sadece Cecang bölgesinin hakimi ise o zaman diğer bölgelerdeki Moğol esirlere bunlardan daha iyi mi davranıldı? Bu konuda araştırma yapan Çinli bilim adamı şöyle cevap veriyor: Diğer bölgelerdeki Moğol esirlerin hepsi tamamen öldürülmüştür. Bu nedenle Cecang bölgesindeki Moğollar göreceli olarak esneklik kazanmış diyebiliriz. Bu cevaptan iki farklı yorum çıkardım :Biri Çinlilerin o zaman düşmanına çok acımasız oluşu yanı düşmanını kökten yok etmeye çalışıyor oluşu. Öbürü ise 21.asırdaki bir Çinli bilim adamının nazarında bir yabancı ulusun asırlar boyunca nesilden nesle köle yapılmasının bir türlü esneklik, merhamet sayılması.
Kazak Mühendisin Anlattıkları
Memleketteyken bir Kazak mühendisle tanışmıştım,. Onun dediğine göre, Çinli askerler onların şirketinden bazı cihazları satın almış, o sattığı cihazları yerleştirmek için bir kaç Çinli mühendisle beraber (Doğu Türkistan’daki) belirli bir dağın içine yerleşmiş askeri kışlada bir kaç gün kalmış. Onlar O kışlanın mutfağında askerlerle beraber yemek yemiş. Bu kışlada bir kaç bin asker olduğu için mutfağı çok büyükmüş. Çince eğitim almış bu kazak mühendisin ilgisini çeken şey ise mutfağın duvarına asılmış olan “Oğuzun etini yiyelim ve Hunların kanını içelim “diye Çince büyük harflerle yazılmış sloganmış. O mühendis bana “bunlar şimdiye kadar bizi yemekten vazgeçmemiş “demişti.
Sizlere daha iyi anlatmak için bu sloganın hikayesini kısaca özetlemek istiyorum. Bu slogandaki sözler Çinlilerin güney Song hanedanlığının düşmana karşı generali Yöfey’in sözleri (şiiri) olup, bu şöyle bir rivayeti yansıtıyor :MS 75.yüzyılda Çin’in doğu Han hanedanın batı diyar (Doğu Türkistan) diasporadaki az sayılı askeri 20 bin Hun tanrısı ordusunun saldırısına uğramış. Çinli askerlerin çoğu ölmüş, sonunda geriye kalan birkaç yüz asker surun içine hapsolmuş. Hunlar onları kuşatarak su ve tahıldan kesmiş. Çinli askerler konuşmak için gelen Hun temsilcisini kandırıp surun içine sokmuş ve öldürmüş, etinden kebap yapıp, surun duvarından Hunlara göstererek etini yemişler, kanını içmişler, böylece 13 Çinli asker Jiayugenden geçerek Çin’e kaçmışlar . Ben bir tarihçi değilim, bu yüzden bu rivayetin temelini tartışmayacağım. Ama bunun gerçek olduğunu varsayarsak o zaman böyle bir gerçekle yüzleşiriz. Bu hadiseden sonra 13 Hanedan değiştiren ve 1000 yıl geçtikten sonra Song hanedanlığında olan Çinliler bu tarihi henüz unutmamış ve şiir yazıp övmüşler. Ondan sonra yine 8 hanedan değiştirip muhtemelen 800 yıl sonraki bugünde de bu tarihi sloganlar yine Çin ordusunun kışlasında yer almıştır. Bu 1800 yıl boyunca 21 hanedan değişti, 2-3 defa düşmanına münkariz oldu ve tekrar dirildi. Dili ve örfü değişti. İslam ve Hristiyan dinleriyle tanıştı, Batı’nın sanayi devriminden sonraki yeni kültürüyle karşılaştı, kapitalizm ve komünizm fikirlerini benimsedi, iki dünya savaşına katıldı, BM’de beş daimi üyeden biri oldu, atom ve internet çağına girdi, aya roket gönderdi…. Ama “Oğuzların etini yemek, Hunların kanını içmek “arzusu henüz ortadan kalkmadı. Eğer bu sloganlar yalnız internetteki Çin çay evlerinde akıyor olsaydı, bunun bazı şovenistlerin işi olduğunu söyleyebilirdik, ama bir emir vermeden bir kurşunun bile ateşlenmesi mümkün olmayan Çin ordusunun kışlasında yer alması hiç bir şekilde tesadüf olamaz, bunu çok iyi bilmemiz gerekiyor.
Yukarıda Çinliler tarafından “Alçaklar” olarak adlandırılan bir topluluğun tarihini dinlemiş olduk, Ayrıca, “Oğuzların Etini Yemek – Hunların Kanını İçmek ” rivayetini de duyduk, şimdiki sorum: “Çini ne kadar anlıyoruz”? Kanlı dersleri alan atalarımız Çin’e dikkat etmenin gereğini taşın üzerini oyarak bize bıraktılar ve böyle akıllı atalara sahip olmaktan gurur duyuyorum.
Ama biz bunu hatırladık mı? Çin’e gerçekten dikkatli davrandık mı? Hayır ! dolayısıyla yavaş yavaş bugün içinde bulunduğumuz bu hale geldik. Şimdi bile yaşamla ölümün ortasında ağır zulüm ve güçlü düşman önünde ne yapacağını bilemeyen bazı insanlarımız, Çin’in demokratikleştirilmesinden sonra veya belirli bir dini inanca sahip olduktan sonra bize merhamet edeceklerini düşünüyor ve ümit ediyorlar. Çaresizlik her şeye neden oluyor, ama çaresizlikten aklımızı kaybedersek hiç bir şey düzelmeyecek , aksine zararlı çıkacağız ve bu riskli olacak. Tamam, bazıları “Bir ulusu bir çubukla süremeyiz” diyebilir, katılıyorum. Doğrusu bu politik açıdan söylenebilir, ama bu zaman ve mekanla sınırlıdır. Bizim sorunumuzu batı ya da başka yerlerdeki uzmanlar bu şekilde yorumlayabilir. Çünkü onlar bizim gördüğümüz zulmü doğrudan görmediler, yediğimiz sopayı asla yemediler. Onların anladıkları Çin ise teoride, istatistik listelerde gözüken Çindir. Eğer hipotez veya yargı doğru değilse etkisiz kalıyor. Çünkü bu onların çıkarlarıyla hiç ilgisi olmayan meseledir. Bizde böyle bir atasözü var:”Dumanın acısını baca biliyor “. Çin’le beraber yaşamanın , daha doğrusu Çin işkencesi altında yaşamanın nasıl olduğunu biz çok iyi biliriz. Bize yanlış yapmaya fırsat yok, çünkü bu bizim için yaşamla ölüm meselesi. Bende Çin’i mikro düzeyde değerlendirmek ve hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu bilimsel olarak değerlendirmek istiyorum. Ama bu bize göre uygun değil hiç değilse şimdilik uygun değil. Bu sanki biri üstümüze binip boğazımızı sıkınca biz altında yatıp başımızı kaşıyarak “Buda mutlak kötü değil, bununda iyi tarafları var “diye düşünmek oluyor. Önce yerimizden kalkalım, bize binen o kişiyi iterek güvenli mesafe bırakalım, sonra bilimsel olarak değerlendirmek için zamanımız olacak.
“Çinlilerin hepsi aynı değil, büyük şehirlerdeki ve eğitim görenlerin zihinleri açılıyor” diyenlere yine Cecangni örnek vereceğim . Cecang, Şanghay bölgeleri Afyon Savaşından bu yana Batı’nın gelişmiş kültürünü karşılayan ilk Çin bölgeleridir. Cecang eskiden “Edipler mekanı”diye tanınmış, Luşün, Mawdün, Eyçing gibi çok sayıda edipler, Çucing gibi devrimciler, Cangjiexi (Çankeyşik), Cuenlay gibi politikacıların yetiştiği mekandır. Çin’in iki akademisindeki 1000 den fazla akademisyenin ¼ ü Cecang’ dandır.
Onlar ticaretteki zekası ve cihan gezerliğiyle meşhurdur. Yanı onlar kalite açısından Çinlilerin önderleridir. Eğer Çinlilerin böyle kaliteli insanları kendilerine teslim olarak asimilasyon olan yabancı ulusu yetkililerin yardımıyla ya da yardımsız 6 asır köle yapmışsa, o zaman orta ova ve sarı topraklı tepedeki tarihten bu yana karınları doymayan, giysisiz Çinlilerden ne beklenebilir?
Yine bazıları “Çinliler Hristiyanlığa inanmaya başladı, çok yakında Çin büyük Hristiyan ülkesi olacak. Dine inandıktan sonra merhametli olacaktır “diye düşünüyor. Hristiyan Çinlilerle iş birliği yapmayı çıkış yolu diyerek teşvik ediyor. Önce şunu sormak istiyorum: Neden burada sadece Hırvatistan dinini ölçü yapıyorsunuz? Çin eskiden Budizm’e inanıyordu, Budizm’de tıpkı Hristiyan ve İslam gibi barışı ve başkalara iyilik yapmayı teşvik eden bir dindir. Budist rahiplerin küçücük hayvanlara bile zarar vermemesi, hayvanları öldürmekten kaçınmak için et yememesi de bunu kanıtlamaktadır. Ama bu nedenle Çinliler merhametli olabildi mi? Cevap hayırsa o zaman neden bugün umudu Hristiyan Çinlilere bağlıyorsunuz? Dini inançlar burada belirleyici faktör değildir, eğer durum böyle olsaydı dindaşımız Macongying bizi vahşilerce öldürmezdi. Buradaki belirleyici faktör insanların çıkarıdır ve bu insanları düşünmeye, karar vermeye sevkeden kültürdür. Süncongshen, Cangceshi, Cuenleyler Hristiyanlar idi, onlardan ne gördük? Hristiyan havari Hongşuçuan Taiping ayaklanmasıyla Hristiyan hakimiyeti kurmaya çalışmıştı ve sonuç ne oldu? İnsanlık tarihindeki en kanlı katliamı yarattı. Diğerleri ise “Batı’da eğitim görmüş ya da yaşamış Çinlilerin fikirleri ilerlerse, bize cömertçe davranabilir” umudunu taşıyorlar . Süncongşen Amerika’da büyümüş ve orada eğitim görmüştü, Cangceşi ve Şingsisay Japonya’da eğitim görmüştü, Cuenley, Liuşavçi, Dingşaoping lar Fransa’da eğitim görmüştü, mevcut yetkililerin bir çoğu yurt dışında eğitim görmüştü, biz onlardan neler gördük ve görüyoruz? Yakın zamanda yurt dışındaki Çinli öğrencilerin Uygur ve Tibet aktivistlerine hakaret ettiğini hatta onları tehdit ettiğini gördük. Bu öğrenciler bin kişiden biri olarak seçilmiş Çinli elitlerdir.
Yukarıdaki örneklere dayanarak aklımıza şöyle sorular geliyor:O zaman Çinliler neden değişmiyor? Neden güzel ve iyi şeyleri kabul etmiyor? Buradaki sorun Hristiyanlık ya da Batının eğitiminde değil, kaç bin yıllık Çin kültüründedir. Bu Çinlilerin daha sonra hangi dine girdikleri ya da hangi okula gittikleri önemli değil, çünkü onların çocukluğu, gençliği yoğun bir Çin kültüründe geçmiştir. Yani Bahar şenliğinde kağıt para yakıyorlar, havai fişek ateşleyip, cin-şeytanları kovuyorlar. Hayvanları en acımasız bir şekilde öldürmenin ,etleri taze ve güçlü bir şekilde yemenin iyi bir yol olduğunu öğrenerek büyümüşlerdir. Diğer uluslarca aşağılık, namertlik bulduğu aldatmacılığı “36 sanat “diye ezberliyorlar. Haktan değil, güçten yana olmayı ،hükumete çirkin gözükenleri ispiyonlayarak, gözaltına aldırmayı aile ve okul eğitimleriyle kafalarına koymuşlar.
Tarih kitaplarında Çin’i “merkezi ülke”, diğerlerinde “yabanıl” diye yazmışlar. Kendilerini münkariz eden Moğol, Mançu İmparatorluğunu “Çin hanedanı “diye öğrendiler, dolaysıyla Türkistan, Tibet topraklarını rahatlıkla kendi toprağı zanetti. “Oğuzun etini yiyelim, Hunun kanını içelim”i cömertlik, vatanperverlik olarak anladılar…vs. Bütün bunlar bu ulusta çarpıtılmış, değişik bir dünya görüşü oluşturmaktadır. Konfüçyüsçü düşüncedeki hukuka, tabakaya teslim olma ilkesi onları zulme kör bir bakış açısına yöneltti. Fakat onlar da insan oldukları için bu zulümler birikince bunları içlerinde öfke ve nefrete dönüştürdüler. Ancak Konfüçyüs onların öfkesinin yöneticileri ve güçlüleri boğmasına izin vermiyordu. O zaman ne yapmak lazım? Kendinden zayıflara zorbalık ederek manevi bir denge bulmak gerekiyor. Her şeyden korkan, ama kendinden bile daha zayıf olan Kongyicinin götünü tekmeleyen Akiyu imajı boşuna yaratılmamıştır. Bu yüzden komünist partiye hakaret eden Çinliler, bizi baskı altına almak söz konusu olduğunda acımasızca hükumetlerinin yanında olurlar. Aslında kültürün tefekkür ve karar verme üzerindeki etkisi tüm uluslarda var olan bir olgudur. Aynı siyasi sistemle yönetilseler bile farklı ulusların farklı sonuçları olacaktır. Burada ulusun ana gövdesinin tefekkürü ve eylemlerini etkileyen kültür faktörü vardır. Bunun bir örneği olarak aynı Avrupa ülkelerinden olan İngiliz, İspanyol ve Fransızların sömürgeleştirilmiş uluslarına karşı farklılıklarını gösterebiliriz. Bu konunun uzman sosyoloji ve psikologlar için tartışmaya daha uygun olduğunu düşünüyorum.
Çin zulmü arttıkça, özellikle kamp meselesi ortaya çıktıktan sonra, sinirlerimiz dayanamaz oldu. Bir çok insan “böyle kötülüğü sadece Çin komünistlerinin yapabileceği” sonucuna varmıştı. Fakat tarihe bakarsak böyle vahşetlerin, aynı baskıcı politikaların Çin tarihinin farklı aşamalarında var olduğunu ve bu konuda çok deneyime sahip olduğunu görebiliyoruz. Şöyle diye biliriz ki, bize göre yürütülen ceza kampları da dahil olmak üzere bir sürü insan kalıbından çıkan acımasız politikalar aslında yeni moda değil, tarihsel kağıtlarda bulunan eski moda kalıplarıdır. Demek istediğim, binlerce yıl boyunca bunların kıyafetleri değişti, dili-yazısı değişti, toprağının ölçümü değişti, siyasi sistem ve formları değişti, ama başkaları yabanıl düşünmekle küçümseyen, zamanı gelince kendinden daha zayıfları yeyip yok eden huyu hiç değişmedi. Bu yüzden Marksizm-Leninizm fikri ile donanmış bir rejimin askeri kışlasında 1800 yıl önceki vahşeti öven bir sloganın olması nedensiz değildir. Yani, ne kadar zaman değişirse değişsin, ne kadar yeni bilgi edinilirse edinilsin, zayıflara zorbalık etmek ve başkalarını yemek her zaman değişmeyen yol gösterici hedefleri olmuştur.
“Çin demokratlarıyla, Çinli Hristiyanlarla, kısacası birlikte çalışmak isteyenlerle iş birliği yaparak Çin Komünist Partisine karşı gelmek” bu günlerde ortaya çıkan sloganlardan biridir. Bunu söyleyenler bunun nedenlerine şöyle işaret ediyor: “Biz zayıfız, onlar güçlüdür, avantajdan faydalanmalıyız”,”şimdilik evet diyerek, sonra bildiğimizi yapacağız “,”komünist partiyi hedeflersek, batının desteğini alırız “…vs.
Bunları işitirken doğruymuş gibi geliyor. Hakikaten avantajdan faydalanmak iyidir, ama faydalandım diye prensipten vazgeçmek mi gerekiyor?
Önce Çin Komünist Partisine muhalefet konusunu ele alalım, bu sloganın kısa vadede etkisi olmuş olabilir, ama Çin ile olan mücadelemiz 4-5 günde bitmiyor. Mançu ve Moğol İmparatorluğunu Çin’in hanedanı olarak yanlış anlayan dünya insanları bizi daha iyi tanımıyor veya anlamıyorlar.
Bu yüzden onlara anlatmamız, öğretmemiz gerekiyor. Bunun canlı bir örneğiyse dünyadan gizlice yürütmek isteyen ceza kamplarını kendi çabalarımızla dünya medyasında sıcak bir konu haline getirmiş olmamızdır. Dolayısıyla dünyaya davamızın karakterini nasıl anlatıyorsak, dünya da sonunda öyle kabul edecektir. “Ne ekersen onu biçersin “diye atasözü var. Eğer davamızı Çin’in işgaline karşı değil, belli bir partinin baskısına karşı tarif edersek, dünya insanları da öyle kabul edeceklerdir. “Bu Çin’in iç meselesi, parti değişirse, biraz iyi biri yönetirse Uygurların göz yaşları da dinecektir “diye düşüneceklerdir. Dolayısıyla “beni vurmazsa, boşanmayacaktım”casına çaresiz kadın davasını bırakıp, “Hayır! Çin bana tecavüz etti! Dünyayı ise aldatıyorlar! Bundan sonra bunlarla beraber yaşamak mümkün değil! ” diyecek kadar cüretkar olmamız lazım. Böylece tüm dünya asıl meseleyi anlayacaktır. Kadı da araya girebilecektir. Tibetlilerin izlediği yol bizim için acı bir ders olmalıdır.
Şimdi demokratik veya Hristiyan Çin örgütlerine gelelim, hakikaten biz çok zayıf, onlar o kadar güçlü mü? Dünyada 50 den fazla sözde Çin demokratik örgütü vardır, onlar ekonomik, şöhret gerginlikleri ile köpek -kedi etkileşimi durumundadır. Milyonlarca Çinli nüfusa sahip olan ABD’ de protestoya 30 insan bile gelmiyor. 30-40 yıllık geçmişe sahip olan Çin demokratik örgütleri ve liderleri ortaya çıktığında henüz iki yıl bile olmayan dolandırıcı tüccar Govinguyın tatlı söz veya dedikodularına aldanarak maymun oyunu oynamaya başladı. Sadece bu noktalar bile ne kadar dağınık olduklarını ve kamu tabanının ne kadar zayıf olduğunu kanıtladı. En önemlisi, bizi yüzyıllardır yabaniler ve düşmanlar olarak gören bu Çinliler neden bizi işbirliği için arıyorlar? Ticarette bir ilke vardır: Sadece yatırım getirisi büyük olduğunda iyi bir ticaret olacaktır. Çinliler bunu hesaba kattı ve bize geldi. Demek ki biz düşündüğümüz kadar zayıf değiliz en azından bu aşamada. Ancak Çinliler için çok değerli olan bu değerimizi doğru bir şekilde tanıyabildiğimizde doğru değerlendirmeyi yapabiliriz. “Biraz eksik diyor ya Kaşgar’lılar, İşte şu ruhumuza devam edelim. Biraz çıkar, birer nutuk sahnesi, ünlü politikacıyla fotoğraf çekmek, görüşmek gibi fırsatlar için prensipten vaz geçmeyelim. Ülkemizi tanımladıkları gibi adlandırmayalım. Bağımsızlık arzumuzdan vazgeçmeyelim. Davamız bundan daha değerli olacak, bunu unutmayalım. İngilizce konuşan, elinde İncil yada Batı okul diploması taşıyan Çinlilerin aslında küçüklüğünden başlayıp “Oğuzun etini yiyelim, Hunun kanını içelim ” sloganını ezberleyip, büyüdüğünü unutmayalım. Hunlar gitti, yok oldu, ama Oğuz nesli daha var. Kendimizin ,Çinlilerin yemek istediği Oğuz nesli olduğumuzu asla unutmayalım.
Kaynak : https://akademiye.org/tr/?p=3858
BENZER HABERLER