Dr.Servet AVŞAR
Geçen haftaki köşe yazımda, bölgesinde ve tüm dünyada etkin bir güç haline gelen ülkemize yönelik bu tehditler karşısında izlenmesi gereken yöntemler konusunda bazı strateji tavsiyelerinde bulunmuştum. Bu haftaki yazımda ise, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde katıldığım “Çin-Tayvan-ABD gerilimi ve Tek Çin” konulu toplantı hakkında bazı değerlendirmelerde bulunacağım.
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde düzenlenen bu toplantıda Çin Halk Cumhuriyeti Ankara Büyükelçilik Müsteşarı Cheng Weihua, gündemdeki Çin-Tayvan-ABD gerilimi hakkında önemli açıklamalarda bulundu.
Weihua, Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin, Pasifik turu kapsamında yaptığı Tayvan ziyareti ABD ile Çin’in arasında gerilime “Tek Çin” ilkesi kapsamında değerlendirdi. Pelosi’nin Tayvan ziyaretinin “Tek Çin” ilkesine aykırı olduğunu ve bu ilkeyi zedeleyen kasıtlı bir davranış olduğunu belirtti. Konuşmasının genelinde “Tek Çin İlkesinden bahsetti. 28 defa vurguladığı “Tek Çin” İlkesinin kendileri açısından önemini çok detaylı bir şekilde açıkladılar. Çin ve ABD arasında üç ortak anlaşma olduğu, buna yönelik olarak her iki tarafça kabul gören bir bildiri yayınlandığı, diplomatik ilişkilerin de bu bildirilere göre şekil aldığını izah ettiler.
Bu kapsamda, Nancy Pelosi’nin Tayvan ziyaretinin; Çin ve Amerika arasındaki siyasi temele ciddi şekilde darbe vurduğunu, Çin’in egemenliğine, toprak bütünlüğüne, Tayvan Boğazı’ndaki barışa ve istikrara zarar verdiğini ifade ettiler. Bu ziyaretin, Tayvan bağımsızlığından yana olan bölücü güçlere yanlış sinyaller verdiğini belirterek, “ bu durum, çok vahim bir yanlışlıktır” dedi. ABD’nin Çin ve ABD arasındaki anlaşma ve bildirilere riayet etmediğini, bölgede tansiyonu yükseltmek için adım attığını, bunu daha önce Irak, Suriye ve Ukrayna’da uyguladığını belirtti.
“Dünyada tek Çin vardır, Tayvan Çin’in bölünmez bir parçasıdır, Çin Halk Cumhuriyeti bütün Çin’i temsil eden tek meşru devlettir. Bunlar ‘Tek Çin’ ilkesinin esas prensipleridir” diyen Cheng Weihua, konuşmasına şu sözlerle devam etti;
“Dünyada tek Çin vardır. Tayvan tek Çin politikasının bir parçasıdır. Bu aynı zamanda uluslararası ilişkilerde Çin’ in değişmez prensibidir. Birleşmiş Milletler genel kurulunda 25 Ekim 1971 tarihinde alınan ve Tayvan’ın Birleşmiş Milletlerdeki tüm haklarını (BM güvenlik konseyi koltuğu da dâhil) Çin halk Cumhuriyeti’ne devreden tarihi karardır. Şuan dünyadaki 194 ülkeden, 181’inin “Tek Çin” ilkesi temelinde Çin Halk Cumhuriyeti ile diplomatik ilişkiler kurmuştur. 181 ülke Çin’in bu politikasını destekliyor. Nitekim diplomatik ilişkiler için bu bizim öncelikli koşulumuzdur. Tek Çin prensibini kabul etmeyen ülkeler ile diplomatik temas kurmuyoruz. ABD şuan Tayvan’da kendi ikili ilişkilerini geliştirmek istiyor. ABD Çin’e verdiği sözlere riayet etmiyor. Çin toprak bütünlüğünü korumak için her türlü tedbiri aldı, gereken her şeyi yapacaktır. Bu bizim için kutsal bir görevdir. Bu haklı bir mücadeledir.
Tayvan’ Demokratik İlerleme Partisi vardır. Parti tüzüğüne Tayvan’ın bağımsızlığını yazarsa Çin bunu asla kabul etmez. Hırsız kendi hırsızlığını gizlemek için, başkalarına hırsız diyerek kendisini saklar. Bu bir Çin atasözüdür. ABD’ in yaptığı da budur. ABD müdahaleciliğine karşı Çin, Rusya, Türkiye, Pakistan, Hindistan birlikte hayır demeliyiz.”
Weihua, daha sonra Çin ve Pakistan arasındaki güçlü bağa değindi. Pakistan’la olan ilişkilerimiz çok güçlüdür. Denizler kadar derin ve gökyüzü kadar yüksek bir bağ içerisindeyiz, diyerek, Pakistan’ın bölgede Çin’in güçlü bir stratejik ortağı olduğuna değindi. “ABD müdahaleciliğine karşı Çin, Rusya, Türkiye, Pakistan, Hindistan birlikte hayır demeliyiz” önerisinde bulundu. Daha sonra gelen sorular üzerine, Çin’in Tayvan için askeri müdahaleye hazır olduğu, gerekli her türlü tedbirlerin alındığını söyledi. ABD’nin dünya genelinde güçlü bir medya ağının olduğu, haberleri kendi istediği gibi çarptırarak kamuoyunu yanlış yönlendirdiğini dile getirdi.
Tamamen kendi çıkarları doğrultusunda ve güzel bir Türkçe ile konuyu açıklayan Sayın Müsteşara salonda kendisini dinleyen herkes nezaket ölçüsünde sorular yöneltti. Bu sorulardan bazıları çok önemli idi. Bunlar;
1. Çin’in Tayvan konusunda nasıl bir planlama içinde olduğu,
2. Çin’in Tayvan’a bir askeri müdahalesinde karşılaşabileceği problemlere karşı hazırlıkları
3. Tayvan’daki Çin karşıtlığının sebepleri,
4. Çin’in şikâyet ettiği “Batılı Demokrasi Anlayışı” ve Çin’deki İnsan Hakları İhlalleri
5. Uygur Türklerine karşı uygulanan baskı, zulüm ve soykırımlar.
İşte bütün bu sorular kendi içerisinde belli bir mantık dâhilinde cevaplandırılırken, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi, (Dil ve Edebiyat Araştırmacısı) Prof. Dr. Hülya Kasapoğlu Çengel tarafından çok önemli bir konu “Uygur Türkleri ve Çin” gündeme getirildi.
Çok değerli Hülya Hocamız tarafından sorulan bu soruya, Sayın Müsteşarın “Bizim Uygurlar” ifadesi ile başlaması ve bizim duyduklarımızın tam aksine bir söylemde bulunması bizleri hiç de şaşırtmadı. Başka ne diyebilirdi ki? Elbette yapılan zulüm ve soykırımı inkâr eden bir açıklama yapacaktı. Çok hassas olan bu konuyu kendi propagandaları çerçevesinde nasıl açıklanması gerekiyorsa o şekilde anlatacaktı. Sayın Müsteşar da tam anlamıyla çok kısa bir sürede Uygur bölgesindeki gelişmelere ve yenileşmelere değinerek, bu bölgelerin kalkınmada öncelikli hale getirildiğini, devletçe desteklendiğini ballandıra ballandıra anlattılar.
Uygur gençlerinin üniversitelerden daha çok yararlanmaları için verilen destekten bahsettiler. Sonuç olarak, Çin zulmünü yaşamış olanların bütün iddialarını ve Birleşmiş Milletler’e (BM) Raporları’na yansıyan tüm ifadeleri yalanladılar. Arkasından gelebilecek soruları da dikkate alarak, başka bir toplantıyı da bahane ederek, salondan ayrıldılar. Sayın Müsteşarın bu açıklamaları bizim Çin ile ilgili düşüncelerimizi değiştirmemiştir.
Bilakis, Çin Devleti’nin Uygur Türkü kardeşlerimize uygulamış olduğu asimilasyon politikalarını kamuoyuna duyurma adına daha etkin olmaya sevk etmiştir. Sayın Müsteşarın “Bizim Uygurlar” diye sahiplendiği kardeşlerimizin hakkını kararlı bir şekilde korumaya sevk etmiştir.
Sayın Müsteşara cevaben, fırsat buldukça geniş kitlelere aktarmaya gayret ettiğim bu konuyu özet bir şekilde de olsa, bir kez daha ifade etmenin faydalı olacağı düşüncesindeyim. Burada öncelikle Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur kardeşlerimize Çin tarafından uygulanan devlet teröründen bahsetmek istiyorum.
Doğu Türkistan’da yaşanan asimilasyon politikalarının başlangıcı çok net olarak ifade edilemese de, 26 Eylül 1949’da Doğu Türkistan’ın Komünist Çin yönetimi tarafından işgali ile başlamıştır. Komünist Çin hâkimiyetine geçtiği 1949 yılından itibaren, Çin’in asimilasyon politikaları da sistematik bir hâl almıştır. Bu tarihten itibaren Doğu Türkistan’da zulüm ve şiddet yaşanmaktadır.
Çin tarafından Uygur Türklerine yönelik, kültürel soykırım ve asimilasyonu gerçekleştirmek için yapılan zulüm ve baskılar; din, dil, nüfus ve aile yapısı ve kutsal tüm değerler üzerinden çok boyutlu ve sistematik bir şekilde devam etmektedir. Birleşmiş Milletler (BM) ve birçok dünya devletinin tepkilerine rağmen politikalarından hiçbir zaman geri adım atmamasıdır.
Günümüzde Doğu Türkistan’da yaşanan hadiselerin nasıl bu noktaya geldiğini anlamak için öncelikle meselenin tarihsel sürecini incelemek gerekir. Çin’in, Doğu Türkistan’daki kardeşlerimize uyguladığı kültürel soykırım ve asimilasyon politikası sonucunda 1949-1965 arasında 27 milyona yakın kardeşimiz ya Çin ordusu tarafından katledilmiştir. Bölgede kendilerinin istediği ortamın oluşması için Çinlileştirme politikası izlenmiştir.
Burada yaşayan Uygur Türkleri göçe zorlanmış, yerlerine Çinliler getirilmiştir. Sürekli bir baskı ve şiddet ortamında, Türklüklerini ve Müslüman olduklarını unutmaya zorlanmışlardır. Bu uygulamalar her dönemde kararlı ve artan bir şekilde devam ettirilmiştir.
İşte Çin’in bu baskılarına dayanamayan bir kısım kardeşimiz yerlerinden göç etmek zorunda kalmıştır. Bu kardeşlerimiz ülkemize getirilerek, kendilerine iskânlı sığınma hakkı verilmiştir. 1952, 1960 ve 1970 yılı içerisinde gerçekleşen göçlerle Türkiye’de sayıları artan, kamuoyunda görünürlük kazanan Uygur toplumu, Çin için bir rahatsızlık kaynağı olmaya başlamıştır. Bu nedenle Uygur kardeşlerimize karşı baskısını giderek arttırmaya başlamıştır.
1991 yılına gelindiğinde ise SSCB’nin dağılmasıyla birlikte başlayan süreçte, Sovyetlere bağlı Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını elde etmeleri, Çin tarafından endişe ile karşılanmıştır. Nitekim Çin’deki Uygur, Tibet ve Moğol milliyetçileri de bağımsızlıklarını kazanmak için gayret sarf etmişledir. Ancak, bu gayretleri yeterli destek bulamamalarından başarısızlıkla sonuçlanmıştır Aradan geçen süre içinde Çin bölgeyi tamamıyla kendi kontrolünde tutmaya özel bir önem vermiştir. Burada yaşayan kardeşlerimize sürekli kültürel soykırım ve asimilasyon uygulamaları yapmaya devam etmiştir.
Onların tüm yaşam haklarının ellerinden alınmasına kadar giden, insanlık suçu denebilecek şiddet uygulamalarına ağırlık vermiştir. Bütün bunları yaparken de yapmış olduğu şiddet ve soykırımı perdeleyici bir ortam oluşturmaya çalışmıştır. Aslında günün koşulları da kendisine bu imkânı kendiliğinden sağlamıştır. Amerika’da yaşanan 11 Eylül saldırıları Çin’e beklediğinden de fazlasını vermiştir.
11 Eylül saldırılarının İslam dünyasına karşı oluşturduğu olumsuz sonuçlarından Doğu Türkistan’da payını almıştır. Bu tarihten sonra gerçekleşen her karışıklık ve olumsuzluğun sorumlusu olarak Uygur Türkleri gösterilmiştir. Bunu biraz daha ileri taşıyan Çin, 2014 yılında,“teröre karşı halk mücadelesi” olarak isimlendirdiği, ancak gerçekte ise Uygurları kontrol altına almayı hedeflediği baskı ve zulmünü artırıcı bir programı uygulamaya başlamıştır.
Bu maksatla, Uygur kardeşlerimize karşı her türlü kısıtlamayı ilke haline getirmiştir. Bu kısıtlamalarda daha da ileri bir boyuta gidilerek, kardeşlerimizin din ve vicdan hürriyetleri ellerinden alınmak istenmiştir.
Kadınların başörtüsü takmaları, erkeklerin sakallı dolaşmaları yasaklamıştır. Ayrıca; dini kıyafetlerle işe gidilmesi, toplu namaz kılınması, her türlü milli sembol ve değerlerin kullanımı yasaklamıştır. Bunları yapmaya devam eden ve Türklüğünü korumaya çalışan herkese terörist suçlaması yapılarak, sorgusuz sualsiz toplama kamplarına götürülmüştür. Burada uyguladıkları akıl almaz işkencelerle kardeşlerimizin hem ruh sağlıkları hem de bedenen güçsüz ve sakat kalmalarına neden olmuşlardır.
Çinli yetkililerin; eğitim ve meslek edindirme kampı dedikleri ancak, bir toplama kampında olan her özelliği içeren hapishanelerde, insanlık suçu ve devlet terörü olarak nitelendirilecek uygulamalarının hepsine tanıklık edilmektedir. Bu durum, BM Irkçı Ayrımcılığı Önleme Komitesi’nin Ağustos 2018’de açıkladığı raporuna bütün açıklığı ile yansıtılmıştır.
Bu rapora ve yüz yüze görüşülen kişilerin açıklamalarına göre; “herhangi bir suçlama ya da gerekçe olmaksızın, kamplarda alıkonulanlar siyasi içerikli derslere tabi tutuluyor ve hapishane şartlarında yaşamlarını sürdürüyor. Ayrıca bu merkezlerden bazılarında darp, aç bırakılma, hücre cezası, işkence, cinsel taciz, tecavüz gibi insanlık dışı muameleler de uygulanıyor”.
Günümüzde; Doğu Türkistan’da Çin yönetiminin güvenlikleştirme politikaları doğrultusunda bölgede bütün araçlara GPS takılmış ayrıca yüz tanıma sistemleri, DNA örneği, ses kaydı ve üç boyutlu imaj gibi biometrik veriler Çin Hükümeti tarafından toplanmıştır. Organ ticaretinin devlet eliyle yapıldığı Çin’de yılda 100 bin kişinin organının çalındığı, bu organların ekseriyetle toplama kamplarındaki insanlardan alındığı ve Çin’in organ ticaretinden yaklaşık 1 milyar dolar gelir elde ettiği belirtilmektedir.
Çin Hükümetinin 2016 yılında aldığı karar sonucu yeni doğan Uygur Türkü çocuklara Muhammed, Arafat, İslam, Türkzat gibi İslam ve Türklüğü çağrıştıran isimlerin verilmesi yasaklanmıştır. Çin’in aldığı bir başka karar ise marketlerde “helal” sertifikasını kullanılmasını yasaklamak olmuştur. Bununla beraber Müslümanlar için helal nitelikte olan et çeşitleri şarküterilerde domuz eti ile birlikte satılma zorunluluğu getirilmiştir.
Doğu Türkistan bölgesinde Çin yönetiminin milli kültürü yok etmek adına da çalışmaları olmuştur. Milli kültürün en büyük koruyucusu olan hafıza mekânları, Çin hükümeti tarafından her geçen gün hızlıca yok edilmektedir. Çin, Doğu Türkistan’ın işgalinden bu yana on binlerce cami, hamam, han, medrese, köprü, kabristan, türbe gibi yapıları yıkmıştır ve yıkmaya devam etmektedir.
Çin Hükümeti sadece son dört yıl içirişinde 8.500 dini yapıyı yok etmiştir). 2017 itibari ile Çin hükümetinin inkâr ettiği, toplama kamplarının görüntüleri ortaya çıkmıştır. Uluslararası kuruluşların raporlarına göre bugün 1 milyon Uygur Türkü ve diğer azınlıklar toplama kamplarında tutulmaktadır.
Çin toplama kamplarını “eğitim kampı” olarak ifade etse de, gerçek bu şekilde değildir. Toplama kamplarından çıkarılan kişilerin ifadelerinde; toplu tecavüze uğradıklarını ve çeşitli işkencelere maruz kaldıkları belirtilmektedir.
Bu ifadelerde sıklıkla rastlanılan Çin’in insanlık suçu olarak nitelendirilebilecek işkence uygulamalarının bazıları şu şekildedir:
1- Başlarından elektrik akımı vermek,
2- Başlarını ve ayaklarını farklı makinelere bağlayarak ters istikametlere çekmek,
3- Kızgın demiri vücuda dağlamak,
4- Vücut üzerine kızgın yağ dökmek,
5- Vücudun çeşitli yerlerine çivi çakmak,
6- Cinsi organın içine domuz kılı sokmak,
7- Fecre kızgın demir sokmak,
8- Parmaklarından duvara çivilenmek,
9- Zincirlere vurularak saatlerce asılı halde bırakılmak,
10- Buz bloklarının üzerine çıplak şekilde yatırılmak,
11- Başın ve vücudun derisinin yüzmek,
12- Vücudu keskin uçlu taraklarla taramak,
13- Ağız ve burun deliklerinden çeşitli kimyasallar salmak.
Evet, sıraladığımız tüm vahşetlere rağmen, Sayın Müsteşar “Bizim Uygurlar” diyebiliyorsa ve biz de buna müsaade ediyorsak, bu ayıp da bize yeter. “Aile Olmak” diye Uygur Müslüman kadınların evine Çinli erkekleri yerleştiriliyorsa, Uygur kadınların namuslarına el uzatılıyorsa bu ayıp da bize yeter.
Uygur kardeşlerimize uygulanan bu işkenceler ve asimilasyon politikalarının boyutu incelendiğinde, Sayın Müsteşarın “Bizim Uygurlar” ifadesini hiçbir şekilde kullanma hakkının olmadığı görülebilir. Hatırlatma ve kayıtlara geçmesi açısından, Uygur Türkleri’ne uygulanan asimilasyon politikalarını özetle söylememiz gerekirse;
1- Türkçe eğitim dilinin yasaklanması,
2- Ülkemizde ve diğer Türk Cumhuriyetlerde eğitim gören Uygur Türkü öğrencilerin ve ailelerinin tutuklanması,
3- Uygur Türklerinin toplama kampına alınması,
4- Uygur Türkü kadınların evlerine Çinli erkeklerin yerleştirilmesi,
5- Çok düşük ücretlere fabrikalarda zorunlu şekilde çalıştırılması,
6- Yüzlerce yıllık Uygur eserlerinin yıkılması veya tahrip edilmesi,
7- Uygur aktivistlerinin mahkûm edilmeleri veya saldırılara uğramaları,
8- Dünya kamuoyunda Uygur Türklerinin terör örgütleri ile iltisaklı gösterilmesi,
9- Çin Hükümeti’nin Uygur Özerk Bölgesinde nükleer denemeler yapması,
10- Yetkililer tarafından Uygur Türkü kadınların taciz/tecavüze uğramaları gibi insanlık onur hak ve hürriyetini ihlal eden uygulamalarda bulunmuştur ve bulunmaya da devam etmektedir.
Görüldüğü üzere Çin’in Uygur Türkleri’ne uyguladığı baskı ve şiddet uygulamalarını saymakla bitiremeyiz. Bunlar hepimizin duyarlı olmasını gerektiren çok üzücü hadiselerdir. Hiç de öyle “Bizim Uygurlar” diyerek geçiştirilmemesi gereken konulardır.
Sonuç olarak, Uygur Türklerine karşı yapılmakta olan Çin baskısı, Uluslararası Af Örgütü olmak üzere birçok uluslararası örgüt raporlarında belirtilmiş olup, Çin insan hakları ihlallerinde dünyada ilk sırayı almaktadır. Buna rağmen kınama dışında hiçbir şeyin yapılmadığı bu önemli konuda bizler, onların kardeşleri olarak sesimizi biraz daha fazla çıkarmalıyız. Onların yanında olduğumuzu her ortamda yüksek sesle dillendirmeliyiz.