logo

trugen jacn
22 Nisan 2015

ULUSLARARASI SİSTEMİN GÖRÜNMEYEN KURBANALARI ; MÜSLÜMAN UYGUR TÜRKLERİ

kilic kanatKılıç Buğra KANAT

Çin’deki Uygurların durumu, Esad’ın Suriye’de yaptıklarının Suriye’yle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Baskı yöntemleri yayılıyor ve başka rejimleri de cesaretlendiriyor. Buna bir dur denmezse, bu durum dünyanın diğer yerlerindeki baskıcı hükümetler için de bir örnek oluşturacak.
Suriye’deki durumdan zarar görenler sadece Suriyeliler veya diğer Araplar değil. Bu çatışma yüzünden insanlık da çok şey kaybetti. Suriye’deki trajedinin boyutu, dünyadaki insan hakları ihlallerini ve baskıları görmemizi engelledi. En kötü adaletsizliklere ve ayrımcılığa maruz kalan, hakları ihlal edilen ve zulme uğrayan insanlar giderek uluslararası toplumun dikkatinden kaçıyor. Dünya Suriye’deki korkunç adaletsizlikleri önlemekte başarısız kaldıkça, diğer otoriter rejimler de baskıyı artırdı. Konu insan hakları ve Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi şiddet yanlısı gruplar olunca, bu rejimler meşruiyet kazanmak için uluslararası konjonktürden ve Batılı hükümetlerin dikkat eksikliğinden istifade etti. İşte bu dönemde, Çin’in kuzeydoğusunda yaşayan ve Türkçe konuşan Uygur halkı bir kez daha uluslararası sistemin görünmeyen kurbanları haline geldi.
Suriye’deki çatışma bölgede çeşitli insani felaketlere ve trajedilere yol açtı. Yüzbinlerce insan ölürken, milyonlarcası da yerlerinden edildi. Kurbanların ailelerinin çektiği acıların ve toplumların yaşadığı travmaların geçmesi yıllar alacak. Suriye’de altyapı harap olurken, toplumlar bölündü. Ancak Suriye’deki çatışmanın trajik sonuçları Suriye’yle veya bölgenin geneliyle sınırlı değil. Bu çatışmanın son birkaç yıldır gittikçe belirgin hale gelen ve bölge ile dünya açısından önem taşıyan sonuçları da var.
Bu sonuçlardan biri geçtiğimiz hafta, ABD’nin Mısır’a yönelik askeri yardımları tekrar başlatma kararıyla birlikte kendini gösterdi. ABD’yi bu hatalı politikayı tekrar uygulamaya yönelten şey, otoriter bir rejimi siyasi “istikrara” kavuşturmanın şiddet yanlısı radikal gruplarla mücadeleye yardımcı olacağı inancıydı. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, bu otoriter liderler aslında Batılı ülkelere istikrar ve güvenlik sağlamaktan ziyade, yönettikleri ülkeleri aşırılıkçılar için birer çekim merkezine ve radikalleşme odağına dönüştürüyor. Radikal grupları yenmek için kötünün iyisini tercih etmek, çoğu kez asıl kötülüğü ortadan kaldırmıyor. Aksine, tüm kötülükleri daha da tehlikeli ve kontrolsüz hale getiriyor. Radikalliği yok etmekle ilgili bu hatalı varsayım, Suriye’deki çatışma nedeniyle son yıllarda geri döndü.
Suriye’deki durum küresel sonuçlar da doğurdu. Ortadoğu’dan uzak yerlerdeki otoriter hükümetler, kendi halklarının demokratik taleplerini bastırmak için bu çatışmayı bahane olarak kullanmaya başladı. Suriye’deki çatışma ve katliamlar, devlete karşı protesto dalgalarının yükseldiği ülkelerde neler yaşanacağının bir örneği olarak gösterildi. Bu otoriter rejimler, Suriye’deki yıkımı ve ölümleri göstererek baskıcı yönetimlerine meşruiyet kazandırmaya çalıştı.
Ayrıca Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın işlediği korkunç suçlara rağmen ayakta kalması, diğer otoriter rejimleri cesaretlendirdi. Bu rejimler, bir ülkenin kendi halkına karşı kimyasal silah kullanmasına ve insanlığa karşı başka suçlar işlemesine rağmen cezasız kaldığını ve bu durumun Batılı ülkelerden fazla tepki çekmediğini görüyor ve bu yüzden de güç kullanırken daha pervasız davranıyor.
Çin’deki Uygurlar, Ortadoğu’daki olayların başlamasından sonra yaşanan en talihsiz durumlardan birine katlanmak zorunda kaldı. Çinli yetkililer öncelikle, Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte bölgedeki baskıları artırdı ve Uygurları özel olarak hedef aldı. 2009 yılında Urumçi’de çıkan ayaklanma sonrasında Uygurlar olağan şüpheli olarak görülüyordu. Uygurların Ortadoğu halklarıyla ortak bir dini inanca sahip olması da, insan hakları ve demokrasi hareketlerine yönelmeleri için muhtemel bir sebep kabul ediliyordu. İfade özgürlüğü büyük ölçüde kısıtlandı. Arap Baharı’nın etkilerini önlemek için internet üzerindeki sansür artırıldı. Çin’in bölgedeki politikalarına bir şekilde karşı çıkan en etkili aydınlar tutuklandı ve ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Yazıları ve dersleri yüzünden tutuklanan İlham Tohti adlı Uygur profesör, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Uluslararası toplumdan bazı eleştiriler gelse de, bu tepkilere kulak asmayan Çin hükümeti bölgede hak ve özgürlükleri rahatça kısıtladı.
Bu politikalar, özellikle de Tohti’nin tutuklanması, bölgedeki Uygurlara bir dizi mesaj verdi. Bu durum çoğu kişiye, devletin baskılarına ve etnik ayrımcılığa karşı seslerini yükseltmenin olanaksızlığını gösterdi. Bu yüzden, bazı insanlar sevdiklerini arkalarında bırakarak ülkeden kaçmaya başladı. Çin’den Güneydoğu Asya ülkelerine kaçıp oradan da Türkiye’ye gelerek Kayseri’ye yerleşen sığınmacıların durumunda olduğu gibi, bunların bazıları yeni bir yaşam kurdu. Ancak başka vakalardaki sığınmacılar o kadar şanslı değildi. Güneydoğu Asya ülkelerine giden sığınmacıların bazıları tutuklandı. Bunları bir kısmı Çin’e iade edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Ama bütün bu risklere rağmen bu Uygurlar, Çin’de yaşamanın kaçmaktan daha riskli olduğuna kanaat getirdi.
Suriye’deki çatışmanın sonraki aşamalarında, çatışmanın bir başka boyutu daha ortaya çıkmaya başladı. IŞİD benzeri radikal grupların yükselişiyle birlikte, dünyanın farklı bölgelerindeki, içlerinde Çin’in de bulunduğu otoriter rejimler daha önce çeşitli vesilelerle kullandıkları bir kozu kullanmaya başladı. 11 Eylül 2001 saldırılarını takiben terörizmle küresel mücadelenin başlamasıyla, Özbekistan ve Çin gibi ülkeler kendi topraklarındaki her türlü muhalefeti ve muhalif fikri terör ya da radikallik olarak tanımlar oldu. Muhaliflere suçlu muamelesi yapmak baskıcı rejimlerin eski yöntemlerinden biridir. Ancak 11 Eylül’ün hemen sonrasındaki uluslararası konjonktür, bu rejimlerin amaçlarını uluslararası bir kampanya şeklinde yürütmesine ve ülkelerindeki her tür huzur bozucu faaliyeti bastırmak için uluslararası destek istemesine zemin hazırladı. Radikalliğin giderek güçlenmesi ve Suriye’de IŞİD benzeri grupların yükselişiyle birlikte Çin, Uygur özerk bölgesinin başkenti Sincan’daki her türlü muhalefeti terörizm ve radikallik olarak yaftalamaya başladı. Çin terörizmle mücadele bahanesiyle bölgede uyguladığı dini sınırlamaları artırdı. Uygurların Ramazan ayında oruç tutması yasaklanırken, dini ibadetlerini yerine getirmeleri gittikçe zorlaştı. Örneğin, kadınların başörtüsü takmasını önlemeyi amaçlayan kampanyalar başlatıldı ve erkeklerin sakal bırakması yasaklandı. Uluslararası toplum sessiz kaldıkça, Çin hükümeti baskıyı daha da artırdı. Hükümetin Sincan’daki imamları sokaklarda zorla dans ettirmesi ve çocuklara din eğitimi vermeyeceklerine dair yemin ettirmesiyle birlikte, durum trajikomik bir hal aldı. Artan baskılar nedeniyle çok sayıda gösteri düzenlendi ve isyanlar çıktı. Bu gösterileri engellemek için ayrım gözetmeksizin güç kullanıldı. Bunun sonucunda, bölgedeki şiddet olaylarının sayısı arttı. Her gösteri ve şiddet olayı dini radikallik vakası olarak yansıtıldı.
Çin’deki Uygurların durumu, Esad’ın Suriye’de yaptıklarının Suriye’yle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Baskı yöntemleri yayılıyor ve başka rejimleri de cesaretlendiriyor. Buna bir dur denmezse, bu durum dünyanın diğer yerlerindeki baskıcı hükümetler için de örnek oluşturacak. Esad’ın nasıl durdurulacağını, Suriye’deki durumun başkalarını da cesaretlendirmemesi için neler yapılacağını ve dünyanın diğer yerlerindeki zulümleri ve insan hakları ihlallerini unutmamak için yapılması gerekenleri düşünmenin tam zamanı.

Kaynak : sabah.com.tr. 20.04.2015

Etiketler: » » » » » »
Share
1359 Kez Görüntülendi.