logo

trugen jacn

ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN SOYKIRIM SUÇU VE ÇİN’İN UYGUR SOYKIRIMI

Cemal Akkuş

 

Cemal AKKUŞ (Türk Dünyası Yörük Türkmen Birliği Genel Sekreteri)

Çin Komünist Parti lideri Mao’nun Guomindang Hükûmetini devirerek Çin’i ele geçirmesinin akabinde 1949’un Eylül ayında Doğu Türkistan’ı işgal etmiş ve Doğu Türkistan’da da yeni bir sömürge dönemine girmiştir. Doğu Türkistan, 1 Ekim 1955’te eyalet statüsünden çıkarılarak Moğol, Kırgız, Kazak ve Hui alt idari birimleriyle birlikte özerk bölge ilan edilmiştir. İsmi de Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi olarak değiştirilmiştir.

İşgal sonrası ÇİN, Çin Halk Cumhuriyeti’nin en geniş coğrafyasında, nüfusun %9 una denk gelen bir etnik azınlık ve en eski düşman topluluğu ile karşı karşıya kalmışsa da, üçyüzü aşkın nehir, yüzü aşkın göl, 118 çeşit maden (Altın, Uranyum, Wolfram…) 8 milyar ton petrol rezervi, Çin kömür rezervinin %50 si ve İpek Yolu güzergahının karşı konulmaz cazibesini yaşıyordu.

İlk işi, ülke genelindeki azınlık statüsünü bölgesel anlamda da azınlık statüsüne çevirme gayreti oldu. 1950’de Han Çinlilerin Doğu Türkistan’a göçünü teşvik eden bir nüfus transfer programı ilan edildi, göçenlere ciddi imtiyazlar verildi.

Ardından Mao, 1966 yılında “Büyük Proleter Kültür Devrimi” başlattı, “Panislamizm” ve “Pantürkizm” karşıtı kampanyalar başlatıldı, karşı devrimciler(!) katledildi ya da sürüldü. Müslüman liderler ve âlimlere saldırıldı, camiler, ibadethaneler, türbe/ziyaretgâhlar, mezarlar kapatıldı, tahrip edildi, yıkıldı, depo, ahır vb. yapıldı. Ardından bölgede nükleer denemeler yapıldı.

Tüm bu önemli girişimlerin ardından Doğu Türkistan’da; 1990’da Barın Olayları, 1997’de Gulca OIayları, 2009’da ise Urumçi Olayları patlak verdi. Büyük katliamlarla bastırılan ve dünyanın da göz yumduğu bu toplumsal hareketlenmelerden sonra bölgede yeni bir yönetim ve sömürge tarzına geçildi.

Tutuklama merkezleri, gözaltı merkezleri, meslek kampları, melekler kampı ve evde ıslah projeleriyle milyonlarca insan gözaltına alındı, işkenceye tabi tutuldu, yok edildi, öldürüldü, kültürel değişime zorlandı ve soykırım politikaları yeni şekline büründü.

HUKUK AÇISINDAN SOYKIRIM SUÇU VE UYGUR SOYKIRIMI

  1. BÖLGENİN YASAL STATÜSÜ

Doğu Türkistan dediğimiz Sincan Özerk Bölgesi, BM nezdinde Çin Toprağı olarak kaydedilmiştir. Bölge Sincan (Uygur) Özerk Bölgesi olarak adlandırılmaktadır.

Dolayısıyla ÇHC ile diplomatik ilişkiye giren her devlet toprak bütünlüğünü kabul etmek durumundadır.

Türkiye – ÇHC arasındaki ilk diplomatik ilişki 1971 yılında tesis edilmiştir. Bu ilişki, 2010 Yılında ‘stratejik İşbirliği’ statüsüne çıkartılmıştır. Türk Dışişleri, Uygur Türklerinin temel hak ve özgürlüklerine önem atfetmekte ise de mevcut yasal çerçeve, uluslararası hukuk nizamı ve de jeopolitik ve ekonomik realite sebebiyle Çin ile ilişkiler belli bir denge politikası etrafında inşa ettirilmektedir.

1.A. ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi 10 Aralık 1948 yılında kabul edildiğinde Çin Halk Cumhuriyeti henüz kurulmamıştır. Bu bakımdan bildirinin hazırlanması ve yayınlanmasında Çin’in herhangi bir rolü olmamıştır.

1949 yılında ÇHC kurulduktan sonra bildiriyle ilgili herhangi bir tepki ortaya koymaksızın ülke anayasasının içeriği itibariyle bildiriye uygunluk sağlamıştır.

Bununla beraber Çin Halk Cumhuriyeti kuruluşundan günümüze kadar insan hakları bağlamında 20 uluslararası sözleşmeye katılarak taraf devlet olmuştur. Birleşmiş Milletler belgeleri içinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin taraf olduğu sözleşmeler; Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik ve Sosyal Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Irkçılığa Dayalı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi’dir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde Paris’te yapılan 183. oturumunda 30 madde olarak kabul edilmiştir. Oylamaya katılan 56 Birleşmiş Milletler üyesi ülkeden 48 ülke “olumlu” oy verirken 8 ülke “çekimser” oy kullanmıştır. Bu bildiri Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca oylama sonucu kabul edildiğinden dolayı hukuki anlamda “tavsiye” niteliği taşımakta ve “bağlayıcı” bir etkiye sahip değildir. ÇHC bu bildiriye taraf ülkelerdendir.

Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 16 Aralık 1966 tarihinde kabul edilmiştir. Sözleşme 23 Mart 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye taraf olan devletler; bireylerin yaşama hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, mahremiyet hakkı dahil, sivil ve siyasi hak ve özgürlüklerine saygı göstereceklerini taahhüt eder. 2021 yılı itibariyle Birleşmiş Milletler üyesi 173 ülke sözleşmeyi imzalayarak “taraf ülke” pozisyonu almıştır. Çin Halk Cumhuriyeti bu sözleşmeyi 5 Ekim 1998 tarihinde imzalayarak bireylerin haklarına saygı duyacağını taahhüt etmiştir. Bu anlamda Doğu Türkistan’da Müslüman Uygur Türklerinin maruz kaldığı uygulamaları medeni ve siyasi hak ve özgürlükler bağlamında incelemek için kıymetli bir kaynaktır.

Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesiyle koruma altına alınan hak ve özgürlükler şu şekilde sıralanabilir:

Halkların kendi kaderini tayin hakkı, yaşama hakkı, işkenceden korunma hakkı, kölelikten korunma hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, tutuklu hakları, borçtan dolayı hapisten korunma hakkı, seyahat özgürlüğü,  yabancıların sınır dışı edilmelerine karşı usulü güvenceler, adil yargılanma hakkı, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi, kişi olarak tanınma hakkı, mahremiyet hakkı, din, vicdan ve düşünce özgürlüğü, ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü, savaş propagandası ve düşmanlığı savunma yasağı, ailenin korunması hakkı, cocukların hakları, siyasi haklar, hukuk önünde eşitlik hakkı, azınlıkların korunması… Etkin bir ifade ile ‘azınlıkların kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadet etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenemez’.

Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 16 Aralık 1966 tarihinde kabul edilmiş ve katılım için onaya sunularak 3 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye taraf olan devletler, tüm insanların doğuştan sahip oldukları eşit ve devredilmez hakların tanınmasını, özgürlük, adalet ve barışın temel değerler olduğunu kabul ederler. Sözleşme, İnsan Hakları Evrensel Bildirisine uygun olarak, bireylerin sosyal güvenlik, çalışma, kültürel ve eğitim hakkına saygı duyulması ve bu hususta çaba gösterilmesini teşvik ve taahhüt ederek 31 madde olarak kabul edilmiştir. 2021 yılı itibariyle Birleşmiş Milletler üyesi 171 ülke tarafından imzalanmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti 27 Mart 2001 tarihinde sözleşmeyi imzalayarak taraf devlet olmuştur.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1514 sayılı ve 1960 tarihli kararı ile self determinasyon üye ülkeler nezdinde bir hak olarak kabul edilmiştir. Buna göre sömürge altındaki halkların yabancı egemenliğinden kurtularak, kendi egemen devletlerini kurma veya başka bir egemen devletle birleşme arzuları self determinasyondan doğan doğal bir haktır. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin ifade edilen iki sözleşmesinin 1. maddelerinde bu hakka yer verilmiştir. Bunun neticesinde self determinasyon bir insan hakkına dönüşmüştür.

Self determinasyon hakkının açıklanması ve onaylanması bakımından, 24 Ekim 1970 tarihli ve 2625 sayılı “Birleşmiş Milletler Antlaşması Doğrultusunda Devletler Arasında Dostane İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkelerine Dair Bildiri” büyük önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra 1993 Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansında, tüm halkların self determinasyon hakkı olduğu belirtilmiştir.

Yine; azınlık hakları hususunda uluslararası hukuk noktasında önemli kabul edilen bazı belgeler şunlardır: 26 Haziran 1990 tarihli Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Kopenhag Belgesi, 18 Aralık 1992 tarihli Birleşmiş Milletler Ulusal ya da Etnik Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi, 10 Kasım 1994 tarihli Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Haklarının Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmedir. Ayrıca BM Genel Kurulu’nun 1971 tarih ve 2787 sayılı Kararı kendi kaderini tayin hakkı için mücadele eden topluluklara maddi ve manevi yardım yapılmasını öngörmüştür.

  1. B. ÇİN HALK CUMHURİYETİ İÇ HUKUKU AÇISINDAN

ÇHC 1982 Anayasasının 2. Bölümü “Vatandaşların Temel Hak ve Ödevleri” başlığını taşımaktadır.

  1. maddesinin 1. paragrafında, ‘Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki tüm etnik gruplar eşittir. Devlet tüm etnik azınlıkların yasal hak ve menfaatlerini korur ve tüm etnik gruplar arasında eşitlik, birlik, karşılıklı yardımlaşma ve uyum ilişkilerini destekler ve teşvik eder. Herhangi bir etnik gruba karşı ayrımcılık ve baskı yasaktır, etnik grupların birliğini zayıflatan ve etnik gruplar arasında ayrım yaratan tüm faaliyetler yasaktır.’ Ifadesi bulunmaktadır. Yani azınlıkların haklarını açıklayıp anayasal düzlemde garanti altına alırken, azınlık kavramını da “etnik ve sayısal olarak başat olmayan” grubu ifade edecek şekilde ele almaktadır.

Anayasanın 4. maddesinin 3. paragrafına göre ise, etnik azınlıklar tarafından yerleşilen idari birimlerde bölgesel özerklik uygulanır, özerk organlar kurulur ve öz yönetim yetkisi kullanılır. Tüm etnik özerk idari birimleri, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bölünmez parçasıdır. Özerklik Sovyet Rusya örneğinde olduğu gibi cumhuriyet statüsünde olmayıp, kendine bağlı özerk yönetimler olarak sistemleştirmiştir. Bir grubun özerklik statüsü kazanabilmesi için de ortak dil, coğrafya, kültür ve iktisadi yaşama sahip olması gerekir.

Günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti’nde 5 özerk bölge, 30 özerk eyalet, 124 özerk vilayet ve 1.200 özerk nahiye bulunmaktadır. Özerk bölgeler: Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi, Xizang Tibet Özerk Bölgesi, Guangxi Zhuang Özerk Bölgesi, Ningxia Hui Özerk Bölgesi ve İç Moğolistan Moğol Özerk Bölgesi’dir .

1982 anayasası ile azınlık etnik gruplara sosyal, kültürel ve siyasal alanda geniş özgürlükler tanımıştır. Buna rağmen insan hakları ihlalleri tüm yasal düzenlemelere rağmen devam etmiş, verilen hak ve özgürlüklerin kâğıt üzerinde kalmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin azınlıklarla ilgili yasaları siyaset, ekonomi ve eğitim, dil ve kültür olarak üç kategoride değerlendirebilir.

Azınlık gruplara verilen kendini yönetme hakkının uygulama noktasında önemli zafiyetleri bulunmaktadır. Azınlıklara ait yönetim birimlerinin faaliyetleri, Çin yönetiminin genel siyasi politikalarının dışına çıkamaz. Bu sebeple, Çin Halk Cumhuriyeti’nde gerçek anlamda özerk yönetimlerin varlığı sözkonusu değildir.

Özerk yönetim kadrolarında etnik azınlık temsilcilerinin yer almasına dair yasal düzenlemeler yapılıyor olsa da kontenjanlar yetersizdir. Yönetim kadrolarında yer alacak kişilerde ehliyet ve liyakatten çok Çin Komünist Partisi’ne bağlılık aranmaktadır.

Çin Halk Cumhuriyeti Anayasasında “halkların kendi kaderini tayin hakkı (self determinasyon)” ile ilgili herhangi bir madde yoktur.

Doğu Türkistan’da meydana gelen ayaklanmalarda Uygur Türklerinin self determinasyon hakkını talep ettikleri ve bu doğrultuda sloganlar geliştirdikleri görülmektedir. 1991 de Tarbağatay, Altay ve Çöğçek vilayetlerinde baş gösteren bir ayaklanmada, Çöğçek’deki Çin Komünist Partisi binası önünde toplanan yaklaşık 3.000 kişilik Uygur Türkü bir grup “self determinasyon hakkını” Çin hükümetinden talep etmiştir.

ÇHC, self determinasyon hakkını Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 2. maddesinin 7. fıkrası (İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletlere üye herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi üyeleri de bu türden konuları iş bu Antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz; ancak, bu ilke VII. Bölümde öngörülmüş olan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasını hiçbir biçimde engellemez.) gereğince ülkenin iç işlerine karışmak olarak görmektedir.

Mart 1996’da Cenevre Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu Yıllık Toplantısı’nda konuşan Çin Halk Cumhuriyeti delegesi Pang Sen; “Birleşmiş Milletler Antlaşması ve birçok uluslararası İnsan Hakları enstrümanının, self determinasyon hakkının, bir ülke ve halkının bağımsızlık ve kurtuluşunu kazanma, kendi siyasi sistemine özgürce karar verme ve kendi ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesini özgürce sürdürme hakkını oluşturduğunu açıkça öngördüğünü” söylemiş, self determinasyon hakkının, bir ülkenin toprak bütünlüğünü veya siyasi birliğini parçalayacak ya da bozacak bir yetki alanı ortaya çıkarmadığını veya bu anlamda teşvik edici olduğu şeklinde yorumlanamayacağını ifade etmiştir.

Hükümet, Uygur Özerk Bölgesi’nde dini “aşırılıkçılık” ve ayrılıkçılıkla ilişkilendirdiği terör tehditleriyle mücadele etmek için kampanya sürdürmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi Enformasyon Ofisi, Mart 2019’da “Sincan’da Terörizm ve Aşırılıkla Mücadele ve İnsan Haklarının Korunması” konulu Raporunda, “2014’ten bu yana, Sincan’ın 1.588 şiddet ve terör çetesini yok ettiğini, 12.995 teröristi tutukladığını, 2.052 patlayıcı cihaz ele geçirdiğini, 30.645 kişiyi 4.858 yasadışı dini faaliyetten dolayı cezalandırdığını ve 345.229 adet yasadışı dini materyale el koyduğunu” belirtmiştir. Hükümet, 2016’dan bu yana Uygur Özerk Bölgesi’nde hiçbir terör olayı olmadığını bildirerek yaklaşımının başarısını iddia etmiştir.

İç hukuk düzenlemelerinde, terörün tanımı, “Siyasi, ideolojik veya diğer amaçlarına ulaşmak için şiddet, yok etme, korkutma gibi yöntemlerle toplumsal panik yaratan, kamu güvenliğini tehlikeye atan, kişilere veya mülklere saldıran veya ulusal organları veya uluslararası kuruluşları zorlayan önerme ve eylemler” şeklinde yaparken; “Terörist faaliyetler”, olarak da: can kayıplarına, ağır mal kaybına, halka zarara neden olan veya vermeye teşebbüs eden faaliyetleri organize etmek, planlamak, hazırlamak veya yürütmek, tesisler, sosyal düzenin bozulması ve diğer ciddi sosyal zararlar; terörizmi savunmak, terör faaliyetlerini teşvik etmek veya terörizmi savunan makaleleri yasadışı olarak tutmak veya diğer kişileri halka açık yerlerde terörizmi savunan kostüm veya semboller giymeye zorlamak, terör örgütlerini örgütlemek, yönetmek veya terör örgütlerine katılmak, terör örgütlerine, teröristlere bilgi, fon, malzeme, işgücü hizmetleri, teknolojiler, yerler ve diğer destek, yardım ve kolaylık sağlamak, terör eylemlerinin uygulanması veya terör eylemleri konusunda eğitim ve diğer terörist faaliyetleri sıralamıştır.

Öte yandan iç hukuka ‘aşırılık’ kavramını sokmuş ve bunu “dini öğretilerin çarpıtılması ve aşırılığın teşvik edilmesinin yanı sıra, şiddetin, toplumsal nefretin ve insanlık karşıtlığının teşvik edilmesi gibi diğer aşırı düşünce, konuşma ve davranış biçimleri” olarak tanımlamıştır.

Bu nedenle Hükümet; aşırılıkçı fikirleri”, “düşünceyi”, “faaliyetleri”, “giysileri”, “sembolleri”, “işaretleri” ve “içeriği” yasaklamakta, ancak bu unsurları neyin oluşturduğuna dair açıklık getirmemektedir.

Yöneticiler, kamplara getirilen kimselerin suçlu değil, “suç işleme kabiliyetine sahip kimseler” olduklarını söylemekte ve Çin’in, “bu kimselerin suçlu olma ihtimalini öğrenebilme kabiliyetine” sahip olduğunu BM yetkililerine anlatmaktadırlar.

Çadır sahibi olmak, ekstra yiyecek sahibi olmak, bir pusula sahip olmak, birden fazla bıçak sahibi olmak, alkol almamak, sigarayı bırakmak, Çin bayrağının önünde eşarp takmak, namaz kılmak, dua etmek, yetkililerce irislerinin taranmasına izin vermemek, okulda ana dilini konuşmak, Arap harfli yazı olan kıyafet giymek, zorunlu propaganda derslerine katılmamak, açık mücadele oturumlarında aile üyeleri veya kendisine yönelik suçlamayı reddetmek, geleneksel bir cenaze töreni yapmak, başkalarına ant içmemeyi veya lanetlememeyi önermek, başkalarına günah işlememesini söylemek, güneş doğmadan önce kahvaltı yapmak, memurlarla tartışmak, yerel görevliler hakkında şikayet dilekçesi göndermek, kendi yatağında yetkililerin uyumasına, yemeğini yemesine ve evinde yaşamasına izin vermemek, yetkililerin DNA’sını almasına izin vermemek, türban takmak (45 yaşın altındaysa) , oruç tutmak, telefonundaki her şeyi yetkililerin indirmelerine izin vermemek, devlet dili çalışma gruplarında anadilinde konuşmak, sakal bıyıklarını uzatmak, zorunlu bayrak törenlerine katılmamak / Polis departmanına kayıt olmadan evinde birden çok aileyi misafir etmek, yurt dışında seyahat eden biriyle konuşmak, yurtdışında seyahat etmiş olmak, Çin’in başka bir ülke kadar olamadığını söylemek, fazla çocuk sahibi olmak, VPN açmak, WhatsApp açmak, yurtdışında çekilen bir videoyu izlemek, mescit veya camiye gitmek, dini tebliğ dinlemek, yetkililere vermek için ses kayıtları hazırlamamak, yurtdışında biriyle konuşmak (Skype, WeChat vb. Aracılığıyla), dini ikonografisi olan herhangi bir elbise giymek, eğitim kamplarında intihar etmeye çalışmak ve yukarıdakilerden herhangi birini yapmış olan biriyle bir ilişkisi bulunmak suç sayılan aşırılıklar arasında.

  1. SOYKIRIM SUÇU

Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında yaşananlar (holokost) soykırım kavramının ortaya çıkmasında etkili olmuştur.

1933 yılında Raphael Lemkin yazdığı bir makaleyle Madrid Konferansı’nda toplanan devlet liderlerini, dini ve etnik grupların yok edilmesine karşı yasa çıkarmaya davet etmiştir.

Lemkin tarafından ortaya atılan soykırım kavramı, Yunanca ‘genos’ ve Latince ‘cide’ kelimelerinin birleşiminden üretilmiştir. Genos, ırk veya kabile; cide, öldürmek anlamlarına gelmektedir.

1945 yılına gelindiğinde II. Dünya Savaşı bitmiş ve Nazi liderlerini yargılamak üzere Mihver Devletleri arasında Londra Sözleşmesi imzalanmıştır. Bu Sözleşme ile birlikte Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi kurulmuştur. Nürnberg iddianamesinde soykırım suçu geçmiş, ancak 30.09.1946 tarihinde okunan kararda yer almamıştır.

Birleşmiş Milletler Genel Kurul’u, 11.12.1946 tarihinde Nürnberg yargılamalarını uluslararası teamül hukuku olarak tanıyıp, soykırım suçunu kabul edince bu kavram suç olarak Uluslararası Hukuk’ta yerini almıştır.

Bu gelişmelerin ardından 09.12.1948 tarihinde ‘Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’ imzaya açılmıştır. Sözleşme, 12.01.1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Sözleşme’yle ilk defa soykırım suçu, uluslararası bir suç olarak tanınmıştır. Soykırım suçunun barış veya silahlı çatışma döneminde işlenmesininde bir önemi yoktur. Sözleşme’ye taraf olan devletler hem soykırım suçunu önlemek hem de soykırım suçu işlendikten sonra suçluları cezalandırmakla yükümlüdür.

Sözleşme’de soykırım suçu tanımlanmış ve 2. maddede yer alan fiilleri işleyenlerin soykırım suçu işleyeceği hükme bağlanmıştır. Bu fiiller, soykırım suçunun maddi çerçevesini ve unsurunu oluşturmaktadır:

  1. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
  2. b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
  3. c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
  4. d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
  5. e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.

2.A. SOYKIRIM SUÇUNA İLİŞKİN YARGILAMA YAPILABİLMESİ İÇİN

ÖN KOŞULLAR

Soykırım suçunun Mahkeme’ye taşınabilmesi için Statü’ye taraf olunması gerekir. Taraf olunmayan durumlarda ise Mahkeme’nin Yazı İşleri’ne yapılacak bir bildirimle Mahkeme’nin yargı yetkisi tanınabilir. Bu durumda yer bakımından bir ülkenin sınırları içerisinde, uçağında veya gemisinde; kişi bakımından ise vatandaşın soykırım suçunu işlemesi halinde Mahkeme yargı yetkisini kullanabilmektedir.

Soruşturmanın açılması, taraf olan devletin veya Mahkeme’nin yargı yetkisini kabul eden devletin başvurusu üzerine, savcının kendiliğinden soruşturma başlatması veya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin savcıya başvurusu üzerine gerçekleşmektedir. Statü’ye taraf olan bir devletin, 14. madde çerçevesinde de başvuru imkanı vardır. Bunların dışında soruşturmanın açılabilmesi için başvurunun kabul edilebilir olması gerekir. Bu çerçevede; soykırım suçunu işleyen fail(ler) üzerinde yargı yetkisi olan bir devletin soruşturma veya kovuşturma yapması, soruşturma sonrasında ulusal mahkemenin ‘kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermesi’, failin daha önceden yargılanmış olması ve dolayısıyla ‘non bis in idem ilkesi’ gereği Mahkeme yargılamayı kabul edilemez bulmaktadır.

Mahkeme’nin ulusal mahkemeleri tamamlayıcı bir rol üstlendiğinden şüphe yoktur. Buna göre ulusal bir mahkeme, Statü’de yer alan uluslararası suçlardan herhangi birini işleyen fail(ler)i yargılama isteğinde değil ise UCM yargılama yapabilecektir.

Mahkeme’nin zaman bakımından yargı yetkisi Statü’nün yürürlüğe girmesinden sonradır. Dolayısıyla soykırım suçunun 2002 yılı sonrasında işlenmiş olması gerekir.

Soykırım suçu 2002 yılı sonrasında gerçekleşse bile bir devlet Statü’ye taraf değilse ve Mahkeme’nin yargı yetkisini tanıyan bir bildirimde bulunmamışsa Mahkeme ancak ilgili devletin taraf olduktan veya bildirimde bulunduktan sonraki başvurusunu yargı yetkisi kapsamında değerlendirmektedir.

Soykırım suçunun faili herhangi bir gerçek kişi olabilir. Çünkü Mahkeme ancak gerçek kişiler üzerinde yargı yetkisine sahiptir (RS, m. 25/1). Fail, devlet görevlisi veya devletle bağlantılı bir kişi olabileceği gibi devletle ilgisi olmayan herhangi bir kişi de olabilir. Buna göre fail, soykırım suçunu devletin yürüttüğü bir politika çerçevesinde işleyebileceği gibi bunun dışındaki bir niyetle de işleyebilir. Failin devlet başkanı, hükümet veya parlamento üyesi veya farklı bir unvana sahip olması, bu kişilerin yargılanmasını engellememekte veya ceza indirimine neden olmamaktadır.

Statü’ye göre, icrai hareketlere başlanmış ancak neticelenmemiş soykırım fiil(ler)i için failin ceza sorumluluğu vardır. Burada fiillerin hepsinin işlenmesine gerek olmadığı gibi grubun kısmen veya tamamen yok edilmesi de gerekmez.

Soykırım suçunun maddi unsuru çerçevesinde ilk olarak, ‘gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletme’ fiili üzerinde durulacaktır.

Soykırım suçunu teşkil edebilecek 2. fiil, ‘grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler koymak’tır.

Soykırım suçunu teşkil edebilecek 3. fiil, ‘fiziksel olarak kısmen ya da tamamen yok etmek kastıyla, grubu ağır yaşam koşullarına maruz bırakmak’tır.

Soykırım suçunu teşkil edebilecek 4. fiil, ‘grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi’dir.

Soykırım suçunu teşkil edebilecek 5. fiilde ‘öldürme’dir.

Kardeşlerinden ikisi kampta bulunan veya ebeveynleri sürgünde bulunan çocuklar, Çin Halk Cumhuriyeti tarafından zorla siyasi eğitim (melekler kampı) kamplarına götürülmektedir. Ailelerinden zorla koparılan bu çocuklar, dışarıya çıkmalarına izin verilmeyen, ayda bir kez ebeveynleriyle görüştürülen ve yoğun güvenlik önlemleri altındaki (yüksek duvar ve 10.000 voltluk elektrik telleriyle çevrili) ‘sözde okullarda’, Çin hükümetinin hazırladığı tektip Çin müfredatıyla zorla tam zamanlı siyasi eğitime tabi tutulmaktadır. Eğitimcilerinin kamuflajlı askerler olduğu bu kampların duvarlarında ‘Çinliyim ve ülkemi çok seviyorum’ şeklinde propaganda ifadeleri yer almaktadır. Bu açıdanda Doğu Türkistanlı Müslüman Türk çocuklarına karşı ‘fiziksel olarak kısmen ya da tamamen yok etmek kastıyla, grubu ağır yaşam koşullarına maruz bırakma’ fiili işlenmektedir. Doğu Türkistan’ın küçük bir ilçesinde bile 2000 çocuk bu kamplarda zorunlu olarak tutulmaktadır. Asimilasyon yapılan bu siyasi kamplar resmiyette ‘yetimhane’, ‘çocuk sığınma evleri’, ‘çocuk esirgeme merkezi’, ‘çocuk koruma evleri’ ya da ‘melekler kampı’ olarak adlandırılmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’ne göre bu siyasi asimilasyon kampları, aşırı dini ideolojilere sahip ‘gönüllü adayların’ beyinlerinin yıkandığı ‘Mesleki Beceri, Eğitim ve Öğretim’ merkezleridir. Günümüzde demokratik devletlerin ulusal ceza hukuku sistemlerinde (Uluslararası Ceza Hukuku’da buna dahil), 1-6 yaş arası çocukların kusur kabiliyetinin olmadığı en baştan kabul edilmektedir. Bu çerçevede 1-6 yaş arası çocukların ‘gönüllü aday’ olduğunu söylemek, Çin Halk Cumhuriyeti’nin insan hakları, hukuk ve doğal olarak bunları korumaya çalışan hukuk devletleri ve uluslararası örgütlerle (en hafif tabiriyle) alay etmesi anlamına gelir.

1979 yılından bu yana zorunlu olarak doğum kontrolü uygulanan Doğu Türkistan’da kadınların hamile kalması için resmi izne ihtiyacı vardır. Doğu Türkistanlı ailelere, kentlerde 2 çocuğa, kırsal kesimde 3 çocuğa izin verildiği resmi makamlarca belirtilirken gayriresmi olarak kentlerde 1 ve kırsal kesimlerde 2 çocuk yapılması yönünde baskı uygulandığı bağımsız kaynaklar tarafından ifade edilmektedir. 2017 yılıyla birlikte Çin Halk Cumhuriyeti, kota fazlası çocuklar için ağır para cezalarının yanında keyfi soruşturma açma ve hapse atma, hamile kalan kadınları toplama kamplarında eğitime tabi tutma adı altında zulüm ve işkence ile çocuklarını düşürtmeye ikna etme veya düşürme ve kısırlaştırma gibi fiilleri yoğun bir şekilde işlemiştir ve işlemeye devam etmektedir. 2019 yılında sadece Wenquan’da 468 kadın kısırlaştırılmıştır. Bunların dışında doğumları kontrol etmek amacıyla ayda 1 kere evlere baskınlar yapılarak hamileliği kontrol etme, 2 ayda 1 kere hamilelik testi ve 3 ayda bir rahim içine yerleştirilen aracın (spiral) denetlenmesi veya ilaç uygulaması yapılmaktadır. Son olarak toplama kamplarında tutulan kadın ve erkeklerin ayrı tutulması ve toplu tecavüzler de suçun maddi unsurları arasındadır.

Kamplarda asimilasyona tabi tutulan çocukların, en soğuk ay olan Aralık ayında, çok ince bir şekilde giydirilerek üşümelerinin sağlanması, çok uzun süreler içerisinde çocukların ve elbiselerinin yıkanmaması ve bu fiillerin kamptaki bütün çocuklara yapılması soykırım suçunun oluşumunda yeterlidir. Kamplarda 20 kişilik hücreye 40 kişinin konulması, uygun bir tuvaletin bulunmaması, havalandırmanın bulunmaması; banyo hakkının ayda 1 kez, sabunsuz, soğuk suyla ve sadece 2 dakikayla sınırlandırılması, 15 ay boyunca aynı kıyafetlerin giydirilmesi ve güneşi görmemesi, yemeklerin (kurumuş 1 ekmek, çorba ve su) yeterli kaloriyi içermemesi sebebiyle 20 kilo vermesi ve tüm bunların sonucunda vücudunda yaraların çıkması da soykırım suçunun bu hüküm kapsamında oluştuğunu göstermektedir.

Toplama kamplarında ebeveynlere, çocukların nakledildiği siyasi kamplarda çocuklara ve ayrıca ev baskınlarında Müslüman Türk ailelere yapılan zulüm, işkence ve toplu tecavüzler; sorgu esnasında yapılan işkenceler, kadınların taciz ve tecavüze uğraması; hapishanede bayılan bir Müslüman Türk’e yardım etmenin bedelinin 1 hafta boyunca tek kişilik hücrede işkence olması; günde 17 saat duvara dönük oturtma, işkence edilenlerin her gün çığlıklarını duyma vb. fiiller, Doğu Türkistan’da bugün itibariyle de işlenen fiillerdir. Bunların dışında polislerin dövmesi, karanlık odada eller kelepçeli 24 saat bekletilmesi, yazın en sıcak zamanlarında sadece iç çamaşırlarıyla kızgın taşlara oturtulması, kışın en soğuk zamanlarında sadece iç çamaşırıyla buzun üzerinde bekletilmesi, dizin hizasında veya biraz daha yukarısında suyla doldurulmuş bir yerde bekletilme, saatlerce sorguya almadan bekletme, aylarca mahkemeye çıkarmama, hapishane dışında hiç kimseyle iletişime geçirilmeme gibi fiillerde halen keyfi olarak hapishaneye atılan Müslüman Türklere uygulanmaktadır.

Siyasi kamplara götürülen bazı çocukların tamamen kaybolması (öldürülmesi) veya yapılan uygulamalarla çocukları intihara yönlendirme; ebeveynlerin bulunduğu kamplarda ve hapishanelerde öldürme, yapılan işkencelere dayanamayan insanların ölmesi veya intihara yönlendirme; kota fazlası çocukların öldürülmesi; soğukta veya sıcakta bekleterek öldürme; yeterli kaloride yiyecek verilmemesi sonucu yavaş yavaş öldürme gibi fiiller halen Müslüman Türklere uygulanan fiiller arasındadır. Yukarıda anlatılanların özeti sayılabilecek bu fiillerin dışında; Barın, Hoten, Gulca, Urumçi ve Yarkent katliamları ve bu katliamlardan sağ kalanlarında hapishanelerde öldürülmesi de bu kapsamdadır.

Ebeveynlerin ve çocukların türlü yollarla öldürülmesi veya ölüme giden yolun açılması ve intihara yönlendirilmesi, Roma Statüsü’nün 6/a; özellikle hapishanelerde ve kamplarda ebeveynlere yönelik işkence, eziyet, insanlık dışı ve muamele, taciz, tecavüz, toplu tecavüz, sakat bırakma ve tehdit gibi fiiller, Roma Statüsü’nün 6/b; Ebeveynlerin ve çocukların gıda, tıbbi bakım ve sistematik olarak evlerinin basılması ve sonrasında evlerinden alınmaları, soğukta bekletilmeleri ve en soğuk günlerde ince elbiseler giydirilmesi, Roma Statüsü’nün 6/c; kısırlaştırma, zorunlu doğum kontrolü ve kadın ve erkeklerin birbirlerinden ayrı tutulmaları, Roma Statüsü’nün 6/d ve çocukların kendi kimliklerini unutturmak için siyasi kamplara zorla götürülmeleri, Roma Statüsü’nün 6/e maddesiyle ve uluslararası ceza mahkemelerinin verdikleri kararlarla uyum içindedir.

SONUÇ

Çin Halk Cumhuriyeti’nin Doğu Türkistanlı Müslüman Türklere uyguladığı fiiller sistematik olarak anlatıldığından ayrıca genel kastın varlığından bahsedilmesine gerek yoktur. Anlatılma sırası ve uygulanan fiiller, kastın olduğu konusunda şüphe götürmemektedir. Yine de irdelemek gerekirse ebeveynlere ve çocuklara yapılan fiillerin, sistematik, yaygın ve zalimce yapılması kastın varlığını göstermektedir. Bunun dışında bu fiilleri uygulayanlar yargılandığında, eğer soykırım yapıldığına dair ikrarda bulunursa kastın ispatlanmasına da gerek yoktur. Nitekim daha yargılama yapılmadan çocukların zorla götürüldüğü siyasi kamplarda gönüllü olan öğretmenlerin anlattıkları da kastın varlığını açık şekilde ortaya koymaktadır. Özel kastın ispatı için fiillerin uygulandığı kimselerin grubuna bakmak yeterli olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti yetkilileri, yukarıda anlatılan fiilleri, Doğu Türkistanlı Müslüman Türklere karşı uygulamaktadır. Bu bakımdan yargılama yapılırsa din, ırk veya etnik kökene yönelik bu fiiller, özel kastın varlığını da ortaya koymaktadır.

Çin Halk Cumhuriyeti yetkililerinin işlediği fiillerin; Sözleşme, Roma Statüsü ve uluslararası ceza mahkemelerinin verdikleri kararlara uygun düştüğü görülmektedir. Bu durumda Çin Halk Cumhuriyeti yetkilileri ve sivillerinin, bireysel sorumluluk kapsamında hem ‘soykırım’ hem de ‘insanlığa karşı suçlar’dan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde; devlet olarak Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılanması gerekir. Bu konudaki hukuki sorumluluk, bireysel uluslararası ceza bakımından, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin re’sen soruşturma açma yetkisi olan savcısına, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ve Roma Statüsü’nün 14. maddesi gereğince diğer devletlere; tüzel kişilik bakımından ise Uluslararası Adalet Divanı’na ve dolayısıyla diğer devletlere ve özellikle Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne aittir.

Dünya’nın gözü önünde (ve halen) işlenen bu soykırımın durdurulması için hukuki sorumluluğun dışında insani olarakta bireysel vazifelerimiz olmalıdır. Bunun için Doğu Türkistan’daki Müslüman Türklere yönelik soykırım bitene kadar dijital dünyada bu konu bir şekilde canlı tutulmalıdır. Özellikle sosyal medya, akademik yayınlar ve hukuk çerçevesinde mitingler aracılığıyla devlet başkanlarının bu konuya yönelmeleri sağlanmalıdır. Kamuoyu baskısıyla devlet başkanlarının Birleşmiş Milletler nezdinde bu konuyu dile getirmelerini sağlayacak diğer iletişim araçlarıda muhakkak kullanılmalıdır.

Milyonlarca Müslüman Türkün katledilmesinden; taciz ve tecavüze uğramasından; sakatlanmasından; kimliksiz bırakılmasından ve psikolojik olarak son derece yıpranmasından sonra Çinli yetkililerin ve sivillerin yargılanması adaleti sağlamayacak ve uluslararası hukuka olan güvenin kaybolmasına yol açacaktır.

Soykırım fiilini işleyenlerin hiç yargılanmaması durumundaysa başta soykırıma uğrayan Müslüman Türkler olmak üzere bu konuda hassasiyet gösteren tüm insanlarda, hukuka bakış açısı tamamen değişecektir. Bu durumda batı dünyasının hukuktan, demokrasiden ve insan haklarından bahsetmesi de anlamsız kalacaktır. Çünkü insanlar, yaşadıklarıyla hukukun değil güçlünün üstün olduğunu düşünmeye başlayacaklardır. Nitekim bugün Doğu Türkistan, Filistin, Batı Trakya, Suriye, Filistin ve Arakan’da yaşananlar da bunu göstermektedir.

Kaynak :  https://www.alternatifarastirmalar.org/hukuk-acisindan-soykirim-sucu-ve-uygur-soykirimi

Share
306 Kez Görüntülendi.