Son Dakika
Yücel TANAY
Uygurlar farklı bölgelerde yaşamış ve farklı isimlerle (Ötügen, Kansu, Turfan gibi) devletler kurmuşlardır. Kurdukları devletler ticari ve kültürel açıdan dikkat çekmektedir. Bozkır kültüründen yerleşik kültüre geçen Uygurlar; gerek yaşam biçimleri gerekse ticari, zirai ve kültürel faaliyetleri ile önemli izler bırakmışlardır. Din değişikliği ve alfabe değişikliği de kültürel, sosyal, eğitim açısından Uygurları dikkat çeken hatta çevre ülkeleri etkileyen bir konuma getirmiştir. Uygurlar her türlü hayvan, maden, giyim eşyası, süs eşyaları satarak bölge ticaretinin en önemli aktörü oldular.
.Bu ticareti iki yoldan gerçekleştiriyorlardı: Çinden başlayıp iç asyadan geçen ve Akdenize ulaşan İpek Yolu. Hazardan başlayarak Ural, Güney Sibirya, Altaylar üzerinden Çin’e ulaşan Kürk Yolu .
Biz çalışmamızda Uygurların eğitim ve kültür yönünü öne çıkarmaya;örgün eğitim, din değişiklikleri, matbaa, tarım ve bürokrasi konuları üzerinde durmaya çalışacağız.
Uygur adının anlamı ve etimolojisi hakkında farklı görüşler mevcuttur. Bu kelimenin “uymak, takip etmek”, “şahin gibi hızlı hücum eden”, “kendi kendine yeter” anlamlarına geldiği bildirilmektedir.Kelimenin uy+gur şeklinde geliştiği ve “akraba, müttefik” gibi anlamlara geldiği de kabul edilen görüşler arasındadır.
Günümüzde kullanılan “uygar” kelimesinin de “uygur”kökünden geldiği ve “şehirli, medeni” anlamında olduğu; turfanda kelimesinin de turfan kökünden geldiği düşünülmektedir. Halen günlük hayatımızda kullandığımız birçok kavram ve kelimenin Uygurlardan bize kadar geldiği bilinmektedir. Ayrıca bütün dünyaya mal olmuş ticari,teknolojik uygulamaların kökeninin Uygurlara dayandığı kabul edilmektedir.
Örgün eğitimin temellerinin de Uygurlar tarafından yerleşik hayata geçilmesi ile birlikte atıldığı ve sonraki dönemlerde Türkler tarafından kurumsallaştırılan Medrese’lere örneklik ettiği savunulmaktadır. Uluslararası ilişkiler, diplomasi, tercümanlık gibi alanlarda da Uygurların öncülük ettiğini görüyoruz.
Eğitim ve Kültür
Verimli topraklar ve hayvanları için otlaklar arama faaliyeti, büyük tekerlekli arabalara sahip olmaları Uygurların sürekli olarak hareket halinde olmaları ve diğer kültürlerle temas kurmaları sonucunu doğurmuştur. Bundan dolayı Çinliler tarafından kendilerine Kao-ch’e (Yüksek arabalılar) denmiştir.
Göç ederken veya harp sırasında bu arabalarına çok güvenirler ve sulh zamanlarında da bu arabalarını ev olarak kullanırlardı Bu durum Uygurlara içtimai dinamizm ve enerji sağlamanın yanında, bilgi,kültür, ticaret gibi birçok yeni şeyler öğrenmelerini sağlamıştı.
Bütün Asya milletleri ile temas eden ve karşılarındaki rakiplerinin kuvvetini ölçmesini bilen âlim, tüccar ve sanatkâr Uygurlar,fatihlere yol gösteriyorlar ve bunun karşılığını da alıyorlardı. Uygur prensleri Kara-Hıtay sarayında önemli görevler alırken diğer yandan Uygur hocaları aynı sarayda hükümdarın çocuklarını eğitiyordu.
Uygurlar sadece kendileri değil, komşu devletleri de uygarlaştırmışlardır. Moğollar’ın önemli bürokratları Uygur, yazıları Uygurca idi. Uygur elçiler, vali’ler,eğitimciler, mühendisler ve bilginler Çin’den Bağdat’a, Roma’dan Tebriz’e kadar her yerde görev yapmışlardı.
UygurTürkleri Moğolların Personel Bakanlığını deruhte etmiş, merkezi hükümette en önemli danışma bürosu olan Hanlin’de yine Uygurlar görev yapmıştı Yargı’nın ilk olarak kurumsallaşması Uygurlar döneminde olmuştur. Uygur hükümdarı Pusa annesini kendisine adalet müşaviri yapmış, şikâyetlerin dinlenmesini ve adil yargılanmayı sağlamıştı. Çinlilerin Uygur hükümdarına Yabgu (Adalete Saygılı Kağan) unvanını vermeleri bu yüzdendir.
Uygurlar bitişik sistemle ve akıcı biçimde yazılan Sir-Soğd kökenli bir yazı kullanıyorlardı. Burada asıl önemli olan husus, söz konusu yazının geniş halk kitleleri tarafından hukuksal terimlerle günlük hayatta her türlü antlaşma ve yazışmalarda kullanılmasıdır. Von Le Coq bu durumu ” O zaman ki Avrupa’ya oranla Uygurlar bu konuda da üstündü. Acaba o zaman ki kaç Avrupalı şato beyi, el yazısı ve hukuksal terimlerle bir sözleşme düzenleyebilirdi? Oysa Uygurlarda bir köylü veya esnaf bunu yapabilirdi.Hukuksal formüller ve yasalar gelişmişti” diye izah etmektedir.
Yerleşik hayat Uygurlarda öncelikle örgün bir eğitimi ve kurumlarını ortaya çıkartmıştır. Bölgede yapılan araştırmalarda çok zengin eserlere sahip kütüphanelerin, resimlerin ve görkemli mabetlerin izlerine rastlanmıştır. Mani dininin etkisi ile Uygurlarda resim ve minyatür sanatı çok gelişmişti. Söz konusu minyatürlerin İslamiyet’ten sonraki çini, seramik, maden ve taş sanatında etkilerinin görüldüğü söylenebilir.Mabetlerden en görkemli olanlarının Selçuklu cami ve mescitlerine çok benzediği, bol miktarda el yazma eser barındırdığı tespit edilmiştir. Toyok vadisi kenarında bulunan mabet harabelerindeki el yazmalardan bazıları Göktürk alfabesi ile yazılmıştı .
Çin kültür ve sanatında da Uygur etkisi barizdir.Beşbalıg şehrine Kagan-Stupa adının verilmesi, Kuça bölgesindeki Kum-Tura, Akdağ, Karaşar Şorcuk ve Kiriş Budist külliyeleri önemli unsurlardır Böylesine zengin bir kültür ve medeniyette özellikle mabetlerin okul işlevi gördüğünü, buralarda din adamlarının öğreticilik yaptıklarını ve Konfüçyus öğretilerinin ağırlıklı olarak eğitimin muhtevasını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
.Budist (Uygur) Vihara ları dönemin külliye şeklindeki örgün eğitim kurumları olup, kendisinden sonra gelen medreselerin ilk örneği olarak kabul edilmektedir.Uygurlarda Maniheizm gibi astrolojik yönü ağır basan Şamaniyyûn denilen kimselerin mezhebi de Budizm ile karışmış haldeydi. Şamanân veya Şamaniyyûn yakın doğudaki astral dinlerden Utarid Yıldızı ibadeti ile ilgili Hermetizm mensupları idiler ve genellikle yıldızlara tapan Sabiî’lerle bağlantıları vardı. Bu yüzden Şamanân manastırlarına Budist manastırlarının Arapça söylenişi olan Farhar veya Vihara, putlarına ise Bud (Burkan) ismi verilmişti. Türk-İslam kültürü açısından önemli bir şehir olan Buhara kelimesi (Çin’ce Pu-ha) sanskrit dilindeki Vihara (manastır) ile bağlantısı vardır. Türkçedeki Buhar kelimesi ile yakın ilişkisi olduğu söylenebilir.
Uygurların kurdukları mabetler (Vihara, Stupa) birer eğitim, ticaret ve propaganda merkezi haline gelmiş, Çin’de mani mabetlerini inşa etme ve kurma işi tamamen Uygurların kontrolüne geçmişti. Bu mabetlerde çalışan Uygurlar yavaş yavaş Çin’e göçmüşler, kendi mabetleri hesabına çok büyük servet ve paralar toplamışlardı. Öyle ki bu zenginlik 920 yılında Çin’de Maniheist Uygurlara karşı bir isyan çıkmasına sebep olmuştu.
Uygurların zayıflaması ile birlikte 843 te Çin İmparatoru bir ferman çıkararak Mani mabetlerinin vakfı olan bütün köyler, evler ve değerli madenlerden yapılmış mabet eşyalarının tespitini istemişti. Ayrıca yüksek mevkide görev yapan bütün Uygurların bir işaret olarak kullandıkları kemer ve şapkalarının geri alınmasını emretti. Mani mabetlerindeki Uygurlar toplanarak sürgün edildi,kitaplar ve resimler yakıldı. Başkentte bulunan 72 Mani mabedi kapatıldı.Maniheizm’e karşı alınan bu tedbirlerin iki önemli sebebi vardı: Yaklaşık bir asırdan beri devam eden Uygur sömürgeciliğinin ve nüfuzunun sona erdirilme isteği. Maniheizm’in Budizm’e rakip bir din olması .Daha sonraki dönemlerde Vihara ve Stupa’lar Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte kurumlaşan medreselere de örneklik yapmışlardır.
Uygurların başarılı olmasının temelinde bu mabetlerde yapılan eğitim ve muhtevayı oluşturan inanç sisteminde de insanın eğitimi,nefis terbiyesi, başkalarına saygı, ahlâki kurallar ve olumlu düşünme esastır.
Tarım ve Ticaret
Dünyanın ilk uluslararası ticaret hareketini oluşturanlar Uygur Türkleri olmuştur. İpek Yolu diye bilinen ticaret güzergâhının en önemli aktörü Uygurlardır. Çin, Pers, Bizans ve Ermeniler ile ticari ilişkiler kurmuşlar; ipek,baharat, deri, ziynet eşyaları, madenler ve her tür giyim eşyasını pazarlamışlardır. Budist gezgin Wang-Yen-Te Uygurların zeki, doğru,karakterli ve namuslu insanlar olduklarını, maden işleme ve süsleme sanatında çok mahir olduklarını; altın, gümüş, bakır eşyalar ürettiklerini, vazo ve çömlek yapımında mahir olduklarını belirtmektedir
.Uygur şehirleri muntazam yollarla birbirine bağlanmıştır Ticaretle uğraşanlara Sağdullar, ticaret mallarına ise Nusreti denilirdi. Ticaret mallarının satışında ve at ticaretinde takas sistemini de kullanmışlardır.Uygurlar Çin’den takas yolu ile aldıkları ipek ve çay’ı İran, Hindistan, Mısır, Suriye ve Bizans’a ihraç ediyor bu ticaretten yüksek kârlar elde ediyorlardı.
.Uygur-Çin sınırında 68 kadar gümrük kapısı açılmış ve gümrük vergisi uygulaması yapılmıştı.Uygur Türkleri Çav diye adlandırılan ve halk arasında Yastuk denilen ilk kâğıt parayı basmış ve kullanmışlardır. Dünyanın ilk vergi kayıt defterlerinin Uygurlara ait olduğunu Çin elçisi Çangcyen anlatmaktadır.Uygurlarda Kalan (toprak) vergisi, hayvan vergisi, tütün vergisi ve mesken vergisine dair ayrıntılı belgeler vardır.Moğollarda vergi toplama görevlerini genellikle Uygurlar yapıyorlardı Tarihte ilk defa çek verme sistemini Uygurlar kullanmışlardır. Çek kelimesi Avrupa dillerine Arapça Sak kelimesinin İran dilindeki söylenişinden geçmiştir.
Yabancılarla beraber ticaret yapmak için kurulan birlikteliklere Ortak deniliyordu. Moğollar ve sonraki dönemlerde Araplar bu ortaklık sistemini Uygurlardan almışlardı.Ortak denilen şirketler deniz ticaretinde de önemli bir yere sahipti
.Uygurlar yerleşik hayata geçilmesi ile birlikte modern tarım yapmaya başladılar. Kendi yiyecekleri ve hayvanlarına yedirecekleri her türlü gıdayı üretmek zorundaydılar. Bunun için buğday, arpa, mısır, darı tarımı yaptılar.Her türlü meyveyi ve fidanını yetiştirerek çevreye de ulaştırdılar .
Tanrı dağlarının eteklerinde bulunan Turfan, kurak bir bölge olmasına rağmen, yeraltı suları bakımından oldukça zengindi (Bugün de olduğu gibi). Sayısız kuyular, yeraltı sarnıçları, Karız denilen yeraltı kanal ve sulama sistemi yapan Uygurlar üretimi iki katına çıkarmayı başardılar.Sulama kanalına Suvak ve Ark ismini veren Uygurlar, çiçek yetiştiriciliği konusunda da usta idiler.
Çin kaynakları bu sistem için “Tarım Keşfi” ifadesini kullanmaktadır. Kavun, karpuz, üzüm, bezelye, bakla ve diğer meyve sebzeleri üretmişler, ürettikleri zirai ürünleri başta Çin olmak üzere komşulara satan Uygurlar, Turfan ve çevresinin verimli topraklarından ve mikro klima özelliğinden yararlanmayı bilmişler, su değirmenleri kullanmışlardır.Uygurların Umar veya Yurtluk sistemi Osmanlılarda Tımar sisteminin temelini oluşturmuştur. Uygurların düzenli bir kanalizasyon sistemini kullandıkları yapılan kazılardan anlaşılmıştır.
Uygurlar demir-çelik üretimini de iyi biliyorlardı. İyi cins çeliklere Kurç adını verirler ve bu çelikten kılıçlar üretirlerdi. Nişadır, boraks,bakır oksit, maden kömürü üretimi yapıyor ve ihraç ediyorlardı.
Dil, Yazı
Yerleşik hayata geçiş Uygurların eğitim ve kültür düzeyinde önemli gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Uygurlar kullandıkları Türkçe ile felsefi,edebi, dini ve ilmi eserler ortaya koymuşlardır.Göç süreci ve komşu devletlerle iyi ilişkiler Uygurların farklı dilleri öğrenmelerini sağlamıştır. Şine-Usu ve Karabalasagun’daki Uygur yazıtlarının üç dilde(Türkçe, Çince, Soğdça) yazılması bunun göstergesidir
.Bazı ünlü ve ünsüz harflerin noksanlığına rağmen Uygurca bölgede hâkim bir dil haline gelerek Karahanlılar devletinin dahi resmi dili olmuştur.Uygurlara son veren Moğollar dahi Uygur yazısını kullanmışlar, Uygur kâtipleri ve devlet adamları bütün sivil idareyi bu sayede ele geçirmişlerdi..Maveraünnehir, Horasan ve Irak’taki defterdarların önemli bir kısmı Uygur idi. 15. yy. sonlarına kadar resmi yazışmalarda, paralar üzerinde Uygur harfleri kullanılmıştır.
Timur’un kurduğu devlette Uygur alfabesi kullanılıyordu. Hükümet dairelerinde “Bahşı” denilen kâtipler uzun yıllar görev yapmışlardı. Kutadgu Bilig’in mevcut nüshalarından biri ve Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü-l Hakâyık’ı Uygurca yazılmıştır.
Kaşgarlı Mahmud Uygur Yazısını “Türk Yazısı”olarak adlandırır.Uygur edebiyatının başyapıtlarından biri Budizmin temel felsefesini,Buda’nın vaaz ve menkıbelerini içeren Altun Yaruk isimli eserdir. Aslı Sanskritçe olan eser önce Çinceye, oradan da Uygurcaya çevrilmiştir.Uygurca yazılmış en eksiksiz Budist belgesi niteliğindeki Altun Yaruk, 10 kitap ve 31 bölümden oluşur. Önce Rus, sonraları İsveç ve Alman bilim adamları tarafından bulunan eseri Türkiye’de ilk defa M. Fuat köprülü (1926),R.Rahmeti Arat (1936) ve Saadet Çağatay (1945) tanıtmışlardır.
Uygurca’nın Osmanlı sarayına kadar etkisinin ulaştığı, II.Bayezıd’ın Uygurca okuyup yazabildiği bilinmektedir. Osmanlı divan kâtipleri içinde Uygurca bilen ve kullananlar vardı.Celayirler, Altınordu ve Akkoyunlular’ın Uygurcayı yazışmalarında kullandıkları, Fatih Sultan Mehmed’in Uzun Hasan’a gönderdiği mektup ve Zafernâmeler’in Uygurca yazıldığı ortaya çıkmıştır. Uygurca hattatlık sahasında kullanılan bir sanat yazısı olmuştur.
Uygurların diğer önemli bir başarısı ve dünya kültürüne katkısı matbaa olmuştur. Matbaanın en önemli altyapısı ise kâğıttır.Uygurlar Avrupalılardan yüzyıllar önce kâğıdı biliyorlardı. 751 yılında gerçekleşen Atlah (Talas)savaşında esir düşenlerden Araplar kâğıdı öğrendiler ve Semerkant’ta kâğıt imalathanesi kurdular. Kâğıt teknolojisi buradan Sicilya ve İspanya’ya, daha sonra XI. Yüzyılda Avrupaya ulaştı. Kitap basımı da aynı yolu izledi.
İngiliz arkeoloji profesörü Bossert, 2. Türk Tarih Kongresine sunduğu tebliğinde matbaayı Çinlilerden önce Uygurların bulduğunu belirterek bu görüşünü şöyle delillendiriyor: Bir ülkede matbaanın bulunması ve geliştirilmesi için üç şart gereklidir. 1- Harf sayısının az olduğu bir alfabe kullanılmalı. Uygur alfabesi bunun için uygundur Çin alfabesi ise uygun değildir. 2- Okuma isteğinin yoğun olması ve kitaplara yoğun bir ilginin bulunması gereklidir. 3- Kâğıdın bilinmesi ve kullanılıyor olması gerekir.Çinliler MS 105 yıllarında kâğıdı biliyorlardı. Ancak binlerce harften oluşan Çin alfabesi basım için uygun değildi. Çinliler tahta ile kalıp baskıyı kullanmış olabilirler ama bu matbaayı buldukları anlamına gelmez. Uygurlarda okuma yazma oranı çok yüksekti ve kâğıdı, kalıp baskıyı kullanıyorlardı. Kâğıt imali adeta Türklerin inhisarındaydı.
Komşu devletlere kâtip,bürokrat, tercüman, danışman ve öğretmen gönderiyorlardı. Az harften oluşan sade bir alfabeleri vardı. Basım tekniğinin ortaya çıkması için tüm şartlar mevcuttu. Kan-su bölgesinde mağaralarda yapılan araştırmalarda (MS 700-900) Uygur matbaa harfleri, blok tabaka baskı sistemi ve Uygurca kitaplara rastlanmıştır. Kitap basma sanatının Uygurlarca keşfedildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Uygurların kullandığı yekpare baskı sistemini günümüzde tipo matbaacılık sistemi olarak tarif edebiliriz. Bu tekniği Çinliler XI. Yüzyılda 831 Uygurlardan alıp demir harfler dökerek geliştirmişlerdi. Pi-Şeng adlı bir demirci bu işi 1041 yılında başarmıştı. 1241 de Altınordu devleti kuvvetleri Almanya’ya yaptıkları akınlar esnasında matbaa tekniğini Avrupa’ya taşımışlar; 1440-1450 li yıllarda Gutenberg ve Coster bu tekniği geliştirmiş ve matbaanın mucidi kabul edilmişlerdir. Avrupa’da kitap basım ve yayımının Rönesans’tan sonra yoğunlaştığını göz önünde bulundurmak gerekir. Uygurların matbaa tekniği kendilerine ilham kaynağı olmuştur.
Din: Budizm ve Maniheizm
840 yılından sonra yaşam koşullarının kötüleşmesi Uygurları Beşbalıg ve Turfan bölgesine göç etmeye zorlamıştır. Yeni bir yurt başka yenilikleri de beraberinde getirmiş; daha önce Göktürkler döneminde Türkler arasında yayılma imkânı bulamayan Budizm ve Maniheizm Uygurlar arasında ilgi görerek yayılmıştır. Uygurlar Budizm’i benimserken kendilerine uygun yönlerini almışlardır.Uygurlar tarihte hoşgörünün örneğini de göstermiş bir devlettir. Aynı anda Budizm, Maniheizm, Şamanizm ve Hristiyanlık birlikte yan yana yaşayabilmişlerdir
. Uygurlar Maniheizm dinini kabul etmeden önce çeşitli dinlerle karşılaşmışlar ve bunlardan en sonolarak Budizm’i kabul etmişlerdir. Esasında Uygurlar, inanç alanında çok serbest olmuşlar, çabuk din değiştirmişler ve yeni kabul ettikleri bir dini yaymak için de çok çalışmışlardır
.Uygurlar’ın farklı din ve inançlara karşı hoşgörülü olduklarını söyleyebiliriz.762 yılında Tibetlilerin hücumuna uğrayan Çine yardım amacıyla düzenlenen sefer esnasında Uygur hükümdarı Bögü Kağan Mani rahipleriyle tanışmış, dönüşünde yanında dört rahibi Uygur başkentine getirmişti.Rahiplerin anlattıklarına ikna olan Kağan, hayvani gıdalar yemeyi, adam öldürmeyi ve savaşmayı yasaklayan bu dini resmen kabul ederek, halk tarafından kabul edilmesi için bir emir yayınladı
.Kağan’ın hedefi Uygurların bozkır hayatını bırakıp şehirli olmalarını sağlamak ve ülkesini daha mamur hale getirmekti. Bögü Uygurcada âlim ya da filozof anlamına geldiği gibi, sihirbazlara da verilen bir isimdi. Bögü bugünkü anlamda büyü veya büyücü demekti.Bögü Kağan’ın bu tercihinde Çin’de hâkim olan Budizm’e karşı bir alternatif inanç sistemini benimsemek anlayışı da etkili olmuştur denilebilir.Bögü Kaganla birlikte Uygur başkentine gelen 4 rahiple birlikte Soğd’lu misyonerlerin Maniheizm’i yaydığı anlaşılmaktadır. Uygurların Maniheizm’i benimsemesinin aslında bir tuzak olduğunu, ancak Bögü Kağan’ın bu dini benimseyerek Çin hegemonyasından uzaklaşmayı ve Soğdlulara yaklaşarak kültürel ve ekonomik anlamda bölgede hâkim olmayı amaçladığını ileri sürenler de mevcuttur.
Kağanın isteği ile din değiştirmesini gök tanrı inancının etkisi ile Kağan’ın göktanrının temsilcisi olduğu inancından kaynaklandığı kuvvetle muhtemeldir.Aynı olay Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın İslam’ı seçmesi ile halkın Müslüman olmasında da görülmektedir .763 yılında Maniheizm’in de Uygurlar tarafından benimsendiğini görüyoruz. Maniheizm’in bir tüccar ve şehirli dini olması nedeniyle yönetici Uygurlar tarafından kolaylıkla benimsendiğini söylemek mümkündür.
Budizm’in ve Maniheizm’in benimsenmesi savaşçılığın geri plana düşmesini ortaya çıkarmışsa da; ilim, sanat kültür, eğitim ve ticaret bakımından Uygurların önemli atılımlar yapmalarına zemin hazırlamıştır. Maniheizm’deyüksek ahlâki kuralların bulunması, musikî ve resim sanatına önem verilmesi eğitim alanında olduğu gibi Uygurların sanat ve kültürüne de katkı yapmıştır.Zaten yerleşik hayata geçen bir topluluktan bunlardan başkası beklenemez. Ancak Maniheizm’in Uygurlarda ve Türkistan’da astrolojik yönü ile temayüz ettiğini söylemek mümkündür.
Budizm’le temas aslında Göktürkler zamanında başlamıştı. Devlet erkânı ve soylular arasında rağbet gören Budizm, halkın ve askerlerin tepkisi karşısında adeta geri çekilmişti. Et yemeyi ve savaşı yasaklayan Budizm ancak 840 yılından sonra Uygurlar tarafından bazı değişikliklerle kabul edilmiş, bu sebeple Uygurlar yeryüzünde et yiyen “Yaylacı Budistler” olarak tanınmışlardı
.Budizm Uygurlara geldiği zaman Buda’nın ölümü üzerinden on asır’a yakın bir zaman geçmiş, bu süre içinde hayli değişikliklere uğramıştı. Uygurlar Mahayana Budizmi’nin Tantrik mezhebini benimsemişler ve bu inanca hizmet etmişlerdi. Budizm’deki Mahayana mezhebinin Hinayana mezhebine tercih edilme sebebi ise, bu mezhebin Buda’nın prensiplerinin yanında; yayıldığı ülkelerin örf, adet ve gelenekleri ile çatışmadan uyum içerisine girmesidir.
Bu sebeple Budizm Uygur geleneklerinde ciddi değişikliklere yol açmamıştır denilebilir.Budizm’de temel ahlâki prensipler vardır ve bunlar bütün Budistler için geçerlidir. Budist zihnini, nefsini,bedenini kontrol etmeli; kin, nefret, hırs, hile ve şehvetten uzak durmalıdır.
Bir Budist gün boyunca yaptığı, söylediği ve düşündüğü her şeyin farkında olmalıdır.Uygurlar sonraki dönemlerde Mani dinini benimsemişlerdir. Maniheizm İsa, Musa, eski İran ve Budizm’in karışımı olan bir “Tüccar Dini” idi .MS 216 da doğan Mani tarafından kurulan Maniheizm, batıy etkileyen İsa öğretileri ile doğuyu etkileyen Buda öğretilerinin bir karışımıdır.Kendisi hem İsa’nın hem de Buda’nın ruhunu taşımaktadır.
. Maniheizm Budizmden çok etkilenmiş, kavram ve düşünceler iç içe geçmiştir.Maniheizm’in yayılmasında Soğd’lu tüccar ve misyonerlerinetkisi vardır. Budizm’de olduğu gibi Maniheizm’in Uygurlar arasında yayılmasının siyasi ve kültürel sebeplerinin olduğu düşünülmektedir. Çin’in kültürel nüfuz sahasına girmeme isteği bunda etkili olmuş olabilir.Uygurların Çin ile olan temasları daha ziyade siyasi bir gaye gütmekte idi. Ellerinde de Maniheizm gibi kuvvetli bir din ve kültür silahı vardı.
Mani dinini kabul eden ve rahiplik makamlarını da ele geçiren Uygurlar, yavaş yavaş Çin’in uzak bölgelerine kadar yayılıyorlar ve Mani mabetleri inşa etmeye, bu mabetlerle dini ve kültürü yaymaya çalışıyorlar;kağanın desteğini yanlarında hissediyorlardı.Uygurlarca kabul edilen Maniheizm, Ortadoks karakterde bir Maniheizm değil, onun “Dinaveriye” mezhebidir.
Tüm Uygurların bu inancı benimsemesinden ziyade; kağan ve maiyeti ile küçük bir münevver gurubun Mani dinine girdiği ve bunun siyasi saiklerle gerçekleştiğini iki asır sonra bölgeyi ziyaret eden seyyahlar nakletmektedir
.Dinin kurucusu İran’lı Mani’dir. İslami kaynaklarda Maniheizm Mennaniye şeklinde geçer. Bu dinin öğretisine göre, birbirine zıt iki prensip vardır: İyi yani ışık, kötü yani karanlık insan ruhlarının Tanrı ile ortak yanı vardır, ama karanlık gücün yardımcısı olan vücut, ruhun fert içinde gelişmesine engeldir. Bu olumsuz güçle mücadele edebilmek ve ıstıraptan kurtulabilmek için insanoğlunun bu maddi dünyadan mümkün olduğunca uzak durması gerekir.
Mani dini insanlığı üç kategoriye ayırır: Seçkinler (Din Adamları), Dinleyiciler ve Laikler. Birinci gruptakiler evlenemez, oruç tutar, et yemezler, çalışmazlar ve içki içmezler. Dinleyiciler ise ahlâki kurallara uymakla birlikte evlenebilirler, et yiyebilirler, sadaka verirken nazik ve cömert olmalılar, yemekleri normal olmalı, dengeli bir hayat sürmeliler. Bunları yaptıkları takdirde öldükten sonra seçkin biri olarak yeniden doğacaktır. Her türlü kurbanın yasak olduğu Maniheizm’de seçkinler günde yedi vakit, dinleyiciler dört vakit ibadet etmekle mükelleftirler .Maniheizm’de beş emir üç mühür şeklinde özetlenen, yapılması gerekenler ve yasaklar vardır. Beş emir arasında oruç, dua, sadaka, yalan söylememek,hiçbir canlıyı öldürmemek, et yememek, temizliğe ve sağlığa dikkat etmek,mala-mülke önem vermemek, alçak gönüllü olmak vardır. Üç mühür ise eline,diline, beline ve gönlüne sahip olmayı içerir.Budizm ve Maniheizm Türklerin İslam’ı kabulünden sonra da Vahdet-i Vücud, Veli,Evliya kavramlarını ve menkıbelerini etkilemiştir.
SONUÇ OLARAK
Uygurlar tarihte önemli izler bırakmışlar ve günümüz dünyasında da bu izlerin varlığı sürmektedir. Matbaanın bulunması, örgün eğitimin temellerinin atılması, ticaret sisteminin kurulması, modern tarım, farklı din ve inanışların bir arada yaşaması, güzel sanatlar, bürokrasi kültürü, uluslararası ilişkiler bu izlerden bazılarıdır. Halen günlük hayatta kullandığımız Uygar, Turfanda,Ortak, Çek, Yastık, Savak, Kapı gibi birçok kelime Uygurlardan kalmadır.
Düzenli bir vergi sistemini, gümrük uygulamasını, matbaa tekniğini, hukuki sözleşmeleri, bürokrasi ve tercümanlık sistemini bütün dünya Uygurlara borçludur. Uygurlar Doğu-Batı kültürünü birleştirerek yeni bir medeniyet geliştirmiş, bunu yüzyıllar boyunca bütün Dünya’ya yaymışlardır.Medeni dünya halâ o kültürün mirasçısı durumundadır.
KAYNAKÇA
Kaynak : Tahptapood.com.tr
BENZER HABERLER