Türkiye, Avrupa Birliği üyeliğine aday. Hükümet “Geleceğimizi Avrupa Birliği’nde görüyoruz” diyor ve AB ile ilişkileri iyi tutmaya çalışıyor. Bununla beraber, yeri geldiğinde AB’yi eleştirmekten de geri durmuyor. Bazen yerin dibine bile batırıyor.
Erdoğan, geçen sene, Almanya’da bir camiye düzenlenen polis baskını üzerine şöyle konuşmuştu: “Ülkemizin üyeliğine karşı sergilenen riyakarlıkta ‘AB değerleri’ diye dünyaya yutturulmaya çalışılan bağnaz ve faşist zihniyeti zaten görmüştük. Şimdi kendi vatandaşı olan Müslümanların haklarına yönelik bu tür saldırılarla Avrupa faşizmi yeni bir safhaya geçmiştir. Bu tehlikeli gidiş Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında insanlık tarihinin en büyük katliamlarını gerçekleştiren Avrupa›nın aklının hala başına gelmediğinin işaretidir. Avrupa ülkeleri siyasi ve ekonomik olarak yeniden yapılanan küresel sistemdeki konumlarını muhafaza etmek istiyorlarsa bir an önce bünyelerindeki bu İslam düşmanlığı hastalığından kurtulmalıdır.”
Erdoğan bu tepkileri gösterirken Dışişleri Bakanlığı da aynı minvalde açıklamalar yaptı. Türkiye Cumhuriyeti, devlet olarak tepki gösterdi ABD ve AB’nin söz konusu hamlelerine. Dikkat buyurun, ne ABD’nin Kudüs kararı ne de Alman polisinin cami baskını doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir hamleydi; buna rağmen tepki gösterme gereğini duydu Ankara. İkisine de ‘Müslümanlara zulüm’ nokta-i nazarından bakarak ve ‘mazlum Müslümanlar’ adına sert bir üslupla itiraz etti, asil bir tavır sergiledi.
Soru: Uygur Türklerini ve Doğu Türkistan’daki diğer Müslümanları zulme boğan Çin’e tepki niye “Sincan’daki Uygur Türkleri ve diğer Müslüman azınlıklara yönelik insan hakları uygulamalarından duyduğumuz endişe” gibi yumuşak ifadelerle sınırlı kalıyor?
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy’un 7 Ekim 2020 tarihli açıklamasında geçen mezkûr ifadedeki ‘inceliğe’ dikkat; “insan hakları ihlalleri” değil “insan hakları uygulamaları”!
İhlal kelimesini kullanmaktan imtina edilince ortaya çıkan garabet: Mezalimin adı, insan haklarının gerektirdiği uygulamalarmış gibi, “insan hakları uygulamaları” oldu!
Türkiye Çin’le her şeye rağmen iyi ilişkiler kurmalı ve o ilişkileri korumaya azmetmeli. Bunda bir sıkıntı yok. Ama Çin’le iyi ilişkiler yürütürken bir yandan da Çin’e ‘Keyfi kitlesel gözaltılara son ver, toplama kamplarında tuttuğun Uyguları ve diğer Müslümanları serbest bırak’ diye çağrıda bulunan Almanya, Fransa, İsveç, Hollanda, Belçika gibi Avrupa ülkelerinin gerisine düşmek Türkiye’ye kesinlikle yakışmıyor.
Bu mahcubiyetimiz yetmezmiş gibi bir de Çin’le imzalanan “suçluların iadesi anlaşması”nın her an parlamentoya sunulup onaylanması tehlikesi var; Allah korusun. Türkiye’ye sığınan Uygurları değilse kimi hedef alıyor bu anlaşma?
Hükümet, Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğünü söylüyor, Çin’de gördüğünü söylemiyor. Hal bu iken Almanya’da bir camiye düzenlenen polis baskınına istinaden “Avrupa faşizmi” gibi ağır ifadeler kullanabilmesi ama Doğu Türkistan’da yüzbinlerce Müslüman’ın asimilasyon kamplarına tıkılması konusunda “insan hakları ihlali” lafını bile edememesi, üstelik o korkunç insan hakları ihlallerini “suçluların iadesi anlaşması” ile bir nevi desteklemeye hazırlanması, hükümetin büyük bir çelişkisidir.
Kimse bunu Çin’le ilişkilerin selametiyle filan izah etmeye kalkmasın; makul bir izahı yoktur ve olamaz bunun.
Fevkalade sert tartışmalara rağmen AB ile bağlarını koruyabilen, yer yer daha bile sert tartışmalara rağmen ABD ile müttefiklik ilişkisini sürdürebilen, Kosova’nın bağımsızlığını tanıdığı halde Sırbistan’la eskisinden daha iyi ilişkiler kurabilen ve Kırım’ın ilhakını dafaatle kınadığı halde Rusya’yla ‘papaz’ olmayan Türkiye !
Türkiye, Uygur Türklerinin insan hakları ihlalleri karşısında Çin’le iyi ilişkilerini koruyarak, Doğu Türkistan konusunda daha şahsiyetli bir tavır sergileyerek de koruyabilecek ve geliştirecek kabiliyette bir devlet değil midir?