Son Dakika
Büyük Uygur İmparatorluğu, Güneş İmparatorluğu Mu’ya ait en büyük ve en önemli koloni imparatorluğuydu. Uygur İmparatorluğu. Uygur İmparatorluğu Mu’dan sonra, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğu olma özelliğini de taşır.
Uygur İmparatorluğu’nun doğu sınırı Pasifik Okyanusuydu. Batı sınırı yaklaşık olarak bugün Rusya’da Moskova’nın bulunduğu noktaya yakındı. İleri karakollar ise Avrupa’nın iç kısımları boyunca Atlantik Okyanusu’na dek uzanıyordu. Kuzey sınırları belirleyen kayıtlar mevcut olmamakla birlikte muhtemelen Asya’da Arktik Okyanusa (Kuzey Buz Denizi) dek uzandığı söylenebilir. Güney sınırı, Koçin Çini, Burma, Hindistan ve Pers ülkesinin bir bölümüydü.
Uygurların tarihî, Arî ırkların tarihidir, çünkü gerçek Arî ırklarının tümü, Uygur Atalardan gelmektedir. Uygurlar, ta Tertiyer dönemlerden itibaren Avrupa’nın iç kısımları boyunca yerleşim zincirleri oluşturdular. İmparatorluk büyük manyetik felâket ve dağların yükselmesi sonucu yok olduktan sonra insanlığın sağ kalmayı başaran gurupları ya da onların soyundan gelenler Avrupa’da yeniden yerleşimler meydana getirdiler. Bu, Pleyistosenik döneme rastgelir. Slavlar, Tötonlar, Keltler, İrlandalılar, Brötonlar ve Baskların hepsi Uygur kökenlidir. Brötonlar, Basklar ve hakikî İrlandalılar, Avrupa’ya Tertiyer dönemlerde gelenlerin torunlarıdır. Manyetik felâket ve dağların yükselmesinden kurtulanların torunlarıdır.
Uygur İmparatorluğu’nun zirvesini yaşadığı günlerde, dağlar henüz yükselmemişti ve bugün Gobi Çölü olan yer, zengin, sulak bir bölgeydi. Uygurların başkenti işte buradaydı; aşağı yukarı Baykal Gölü’nün biraz güneyinde. 1896 yılında bir gurup kâşif, Tibet’te aldıkları bilgiler ışığında, eski Khara Khota kentinin alanını ziyaret ettiler. Onlara Uygur başkentinin Khara Khota harabelerinin altında bulunduğu söylenmişti. Bu harabeleri kazmaya başladılar. Sonra bir kaya, çakıl ve kum katmanına ulaştılar ki kalınlığı on beş metreyi aşıyordu ve nihayet başkentin kalıntılarına ulaşmayı başardılar. Birçok kalıntılar çıkardılar, ancak paralarının bitmesi üzerine bu çalışmadan vazgeçmek zorunda kaldılar. Rus arkeologu Kosloff’a rastlayınca kendisine bulduklarını anlattılar. Daha sonra Kosloff bir keşif gezisi tertipledi ve Khara Khota’daki çalışmayı yeniden başlattı. Kosloff, bulduklarını, Kayıp Kıta Mu’da vermiş olduğum bir raporla aktardı.
Bütün Doğu ülkelerinde karşımıza çıkan efsaneler şöyle der: “Himalaya Dağları da dahil olmak üzere, Orta Asya’nın tamamı, bir zamanlar düzlüktü ve verimli, tarıma elverişli alanlar, ormanlar, göl ve nehirlerle kaplıydı. Mükemmelen inşa edilmiş caddeler ve Kervan yolları çeşitli kent ve kasabaları birbirine bağlardı. Çok iyi inşa edilmiş kentler, muazzam tapınak ve kamu binaları, çok güzel özel evler ve yöneticilere ait saraylar vardı.” Bugün ise, Gobi Çölü’nde, tufanın tüm toprağı söküp yerine çıplak kayalar bırakmadığı kısımlarda, nehir, kanal ve göllerin kurumuş yatakları bariz biçimde seçilebilmektedir. Gobi Çölü’nde bu suların söküp götürdüğü alanlardan çok sayıda mevcuttur.
Uygurların güçlü dönemlerinin hangi tarihlerde olduğu konusunda efsanevî tarih birçok çelişik rakamlar vermektedir. Ne mutlu ki efsanelere bağlı kalmak mecburiyetinde değiliz. Çünkü bir Tibet manastırında bazı Naakal (Ermiş Bilginler’in) yazmaları mevcuttur. İşte bunlardan birinden şu alıntıyı yapmak istiyorum: “Naakaller, 70.000 yıl önce, Anakara’nın Kutsal Metinlerinin kopyalarını Uygur başkentine götürdüler.” Efsanevî tarih, Anakara’dan gelmiş Uygurların Asya’daki ilk yerleşimlerini, bugün Sarı Deniz kıyısında kalan yerde kurduklarını söyler. “Buradan hareketle içerilere doğru yayıldılar. İlk göçleri son derece sulak ve düzlük bir ovaya doğru oldu (Gobi).” Bundan sonra tüm Orta Asya’dan Hazar Denizi’ne dek onlarla ilgili kayıtlara rastlanılmaya başlandı. Sonra, bu kayıtlar, Orta Avrupa’dan Atlantik Okyanusu’na dek uzandı.
Yazılı kaynaklar bize Uygurların pek çok büyük kentlerin bulunduğunu bildiriyor. Bunlar ya dalgalar tarafından alınıp götürülmüşler ya da Gobi Çölü’nün kumları ve çevre bölgelerin altında yatıyorlar.
M.Ö. 500’lerden kalma bazı Çin kaynakları, Uygurları “açık renk saçlı, mavi gözlü” şeklinde tanımlıyor: “Uygurların hepsinin parlak simaları, süt beyaz tenleri, farklı renkte gözler ve saçları vardı. Kuzeyde, mavi göz ve açık renk saç baskındı. Güneyde koyu renk saç ve göz rengine rastlanıyordu.”
Şimdi de şu konuları ele almak istiyorum: Uygur başkentinin yıkılmasının sebebi ve tarihî; zengin, verimli Gobi’nin çöle dönüşme sebebi ve bunun dünya tarihinde hangi periyoda denk geldiği.
Bir manastırdaki eski bir kayıt şöyle der: “Uygurların başkenti tüm insanlarıyla birlikte, İmparatorluğun doğu yakasını boydan boya etkileyen ve her şeyi yok eden bir tufan tarafından yok edildi.” Bu eski kayıt, kesin jeolojik kanıtlarına sahiptir:
Başkentin çatılarından eski Khara Khota’nın temellerine dek, tüm bir katman kayalar, çakıllar ve kumla kaplı. Su basmasının meydana getirdiği bu durumu dünyanın her yerindeki tüm jeologlar kabul ediyorlar. Bu tufan hiç kuşu yok ki, Kutsal Kitaptaki “Tufan”ın, Son Manyetik Felâket’in kuzey dalga akışıydı. 1880’lerde, Baykal Gölü’nün güneyindeki bir noktadan Dena Nehri’nin ağzına ve Arktik Okyanusun ötesindeki adalara dek uzanan jeolojik bir araştırma ekibiyle birlikteydim. Bu güzergâh boyunca yaptığımız gözlemler binlerce yıl evvel, içinde buz bulunmayan dev bir felâket dalgasının, güneyden kuzeye doğru bu bölge üzerinden geçmiş olduğunu ortaya çıkardı. Greenwich’in 1100 doğusundan ötede bu tufanın izlerine rastlayamadık, ama bu dalganın ardında bıraktıkları doğu yönünde yaptığımız seyahatlerin sınırına dek ulaşıyordu. Sibirya’da yaptığımız çalışmalarda hiçbir yerde bu dalgayla âlâkalı olabilecek tek bir buz izine dahi rastlamadık. Her yerde bu dalganın güneyden kuzeye doğru yol aldığı konusunda kanıtlar mevcuttu. Anlaşıldığı kadarıyla Lena Vadisi suyun esas güzergâhını oluşturmuştur.
Lena Nehri ağzının açıklarında Llakoff Adası bulunur. Bu ada mamut ve diğer orman hayvanlarının kemiklerinden oluşmuştur. Tufan onları Moğolistan ve Sibirya düzlüklerinden alıp sürüklemiş ve bu nihaî istirahatgâha bırakmıştı. Bu kemikler de dalgalarda buz bulunmadığını doğrularlar; çünkü buzun olduğu hâllerde beden ve kemikler, Kuzey Amerika’nın doğusunda görüldüğü üzere bir bulamaca çevrilmiş olurlar. Bu durumda böyle kalıntılara rastlanması mümkün olmaz ve Llakoff Adası gibi bir ada da asla meydana gelemez.
Bu tufan, jeolojinin öne sürdüğüne göre Kuzey yarıkürede yaşanmış bir buz çağında meydana gelmiştir. Oysa, kayıtlar, Uygur İmparatorluğu’nun doğu kesiminin başkent de dahil tamamı, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte yok olur ve süpürülüp götürülürken, batı ve güneybatı bölgelere hiçbir şey olmadığını söylemektedir.
Dağlar, Orta Asya’yı tüm yönlerde keser ve özellikle de Uygur İmparatorluğu sınırları içinde kalmış bölgeler çevresinde ve içinde dağlık araziler bir hayli çoktur. Tufanı izleyen dönem zarfında dağlarının ortaya çıkışının ne kadar zaman aldığı konusunda hiçbir kaynağa ulaşabilmiş değilim. Dağlar meydana çıkarken, toprak kelimenin tam anlamıyla zangır zangır sallanmıştı ve dünyanın bağırsaklarından kayalar fışkırırken, depremler ortalığı paramparça bir hâle getiriyordu. Bu genel yıkıma bir de volkanların püskürttüğü kızgın lâvlar ilâve olmuştu. Tufan sonrasında sağ kalan Uygurlardan kaçının dağların yükselmesi sonucunda meydana gelen yıkımdan kurtulabildiğini tahmin etmek güçtür, ancak çok az sayıda oldukları kesindir. Dünyanın her bölgesinde dağlar yükseldiğinde durum aynı olmuştur. Tüm bu felâketlerden canlarını kurtarmayı başaran bir avuç Uygurludan birkaçının öyküsü bir başka bölümde anlatılıyor. Gobi boyunca ve Gobi çevresindeki çeşitli dağlar, bölgenin su yollarını değiştirdiler, altlarında yer alan kayaların çatlaması suyu yüzeyden çekti ve yeraltı nehirleri oluşturdu. Yüzeyindeki tüm sular çekilince, Gobi bugünkü hâline döndü: Kumlu, kayalık, yaşanılması güç, kayıp bir arazi. Kuşkusuz, kumluk bölgelerin yüzeyden birkaç metre derininde, su bulunabilmektedir. Biz yüzeyden 2-3 metre derinde su bulmayı başardık.
Efsanevî tarih, Uyguların, Avrupa’nın tüm iç bölgelerine yayıldıklarını anlatır. Kadim bir Hindu kitabı olanManu’nun kitabı’nda şöyle der: “Uygurların Hazar Denizi’nin kuzey ve güney kıyılarında yerleşimleri bulunuyordu.” Bu, muhtemelen, Max Müller’in Pleyistosenik dönemde olduğunu ileri sürdüğü göçtür; Uygurların Avrupa’ya ikinci göçüdür. Bana öyle gözüküyor ki, bilim adamlarının verdiği isimle, Doğu Avrupa’nın ilk yerleşimcilerinin, artık yaşanılmaz hâle gelmiş dağlardan kaçan Uygurların kurtulanları oldukları kesindir. Max Müller de bunu doğrular gibidir, şöyle yazar: “İlk Kafkasyalılar Orta Asya dağlarından gelmiş küçük bir guruptular.” Ayrıca Kafkas ovalarına Pleyistosenik dönem sırasında, yâni dağların yükselmesinden önce de Avrupa’daydılar. Günümüzün Orta Asya kabilelerinden birçoğu zamanı, dağların yükselmesinden itibaren hesaplamaktadır.
Kayıp Kıta Mu’da, Kosloff’un Khara Khoto’da fotoğraflarını çektiği bazı sembolik resimlere yer vermiştim. Bunların deşifrelerini de aktarmıştım.
TİBET
Tibet, Orta Asya’da yer alır. Doğusunda Çin, kuzeyinde Moğolistan, güneyinde Hindistan, batısında da Keşmir ve Türkistan vardır. Gobi Çölü, kuzey sınırları dahilinde kalmaktadır.
Tibet, bir zamanlar büyük Uygur İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bu elbette dağların oluşması öncesiydi. O dönemlerde ülke düzlük ve verimliydi. Bugün dünyanın en yüksek plâtolarından birini oluşturmaktadır. Batı-doğu istikametinde yoğunlaşan yüksek sıradağları olan Himalaya’lar vardır. Everest Tepesi, dünyanın en yüksek yeridir ve Tibet sınırları içinde yer alır. Tibet’e “dünyanın çatısı”adı da verilir.
Hindistan’a “gizem ve gizemli ilimler” ülkesi denilir; Tibet ise, onun, bu açıdan rakibi değil kız kardeşidir.
Tibet’te, dağların en zor ulaşılır kısımlarında birçok manastır, Lama evi ve tapınak vardır. Dış dünyaya tamamen kapalı biçimde, manastır sakinleri buralarda insanlığın geri kalanından uzakta ve yukarıda sakin inziva hayatları sürdürürler. Bu vadilerde yaşayan birkaç çoban hâriç kimse onların yerini bilmez. Bu Himalaya ve Tibet manastırlarının bazılarında yaşayan keşişlerin bir kısmı, 3000 yıl kadar önce Brahmanlar tarafından Hindistan’dan sürülmüş Naakallerin soyundan geldiklerini öne sürerler. Bu kişilerin başlangıçtaki orijinal dinî ve dünyanın ilk Büyük Uygarlığı’nın kozmik bilimlerinden bazılarını korumuş oldukları izlenimi edinilir. “Bazı” kelimesini bilhassa vurguladım çünkü, bu Tibet’in yüzlerce manastırı içinde bu manastırların sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Ben sadece üç manastır biliyorum. Manastırların çoğunda takip edilen Budizm’in bir biçimidir.
Birkaç yıl önce, Schliemann Lhassa’daki eski Budist tapınağında Mu’nun yok oluşuyla ilgili bir yazma buldu. Bu kayıt, karışık olarak Pali ve Tibet dillerinde kaleme alınmış eski bir tabletin tercümesiydi. Orijinalin akıbeti meçhul, ancak muhtemelen tapınağın bir odasında yüzlerce diğer tablet arasında, tozlar içinde yatmaktadır.
Dağların içlerinde, Brahmaputra Nehri’nin kaynaklarından biri üzerinde bazı tapınak ve manastırlar mevcuttur. Tam sayılarını bugün hatırlayamıyorum. İşte bu tapınaklardan birinde Naakal kütüphanesinin tamamı denilebilecek binlerce tablet bulunur. Bana, bunun Uygurların başkentindeki Naakal kitaplığı olduğu söylenmişti. Bu tabletlerle ilgili biraz tuhaf, efsanevî bir hikaye anlatıyor. Bu konuyu yaşlı Rişi’ye açmış ve bu tabletlerden ve tuhaf hikâyelerinden haberi olup olmadığını sormuştum. Bana gençlik günlerinde bu manastıra bizzat gittiğini ve tabletlerin öyküsünün kendisine de anlatıldığını aktarmıştı. Bu hikayeyi bana anlatıldığı şekliyle burada aktarmak istiyorum.
Yaşlı Rişinin anlattığı şekliyle Naakal Kütüphanesi’nin Efsanesi:
“Doğu ve Kuzeydoğu Asya’yı Tufanın kasıp kavurduğu günlerde, Uygur başkenti de yerle bir olmuş, halkının tümü boğulmuştu. Bu esnada Naakallerin Anakaradan buraya getirdikleri büyük bir kütüphane de toprağa gömülmüştü. Aradan yıllar geçtikten sonra Tufanın dokunmadığı batı bölgelerde yaşayan Naakaller, başkentin harabelerine gittiler, tabletleri yerden çıkardılar ve batıdaki tapınağa taşıdılar. Dağlar yükselip, tapınak da tabletler de bir defa daha toprağa gömülene dek bu tapınakta kaldılar. Aradan çok uzun yıllar geçti. Bu kez de dağların belirmesinden kurtulan Naakallerin torunları gidip kütüphaneyi toprak altından çıkardılar ve bugünkü istirahatgâhları olan tapınağa taşıdılar.”
Bu manastır da, tabletler de meçhul değildir ve oryantalist âlimlerce çok iyi bilinmektedirler. Benim kişisel bilgim çerçevesinde üç İngiliz ve iki Rus, bu manastırı ziyaret etmiştir.
Rişi, bu efsaneyi anlattıktan sonra, kendisine bu kütüphanenin var olan yegâne tam kitaplık olup olmadığı sorusunu yönelttim. Cevabı şöyle oldu: “Zannederim, hayır, oğlum. Bizim Rişi kentimiz olan Ayodhya, istilâcı ordu tarafından ele geçirilip, yakılıp yıkıldığında, Naakal Kütüphanesinin tapınağın gizli arşivlerinde olduğu ve düşmanın bunları hiçbir zaman keşfedemediğini anlatan bir efsanemiz de vardır. Bu nedenle eğer geleneğimiz doğru aktarıyorsa, tapınağın harabelerinin altında gömülü Naakal kitaplığının sapasağlam duruyor olması gerekir; çünkü orası hiç kazılmadı.”
Bana, yazılarımda Tibet, Keşmir ve genel olarak Kuzey Hindistan’daki tüm yer, yol, geçit vb. adlarını -politik anlamda önem arz edebileceklerinden- saklı tutmam önerilmişti. Bu bilgilerin saklı tutulması konusunda gösterilen gerekçe son derece geçerlidir. Bu öneriye uymayı hem bir sorumluluk hem de bir zevk addediyorum.
ÇİN
Çin Uygarlığı, dünyanın en eski uygarlıklarından biri olarak düşünülür ve kabul edilir. Bir Çin uygarlığı olarak geçmişi sadece 5000 yıldır. Genelde Çinlilerin kendi uygarlıklarını bizzat ürettikleri zannı hâkimdir. Hayır, bu doğru değildir. Çin Uygarlığı, babaları tarafından gelen bir mirastan nasiplenmiştir. Ayrıca Çinliler Moğol olduğu da zannedilir. Halbuki Çinliler sadece yarım kan Moğol’dur. Diğer ataları, beyaz Arîlerdir. Uygur İmparatorluğu döneminde beyaz Uygurların birçoğu sarı ırktan Moğollarla evleniyorlardı. Moğol ülkesi Uygur İmparatorluğu’nun güneyine düşüyordu ve bu çapraz evliliklerin çocukları ilk Çin İmparatorluğu’nu oluşturdular. Kayıtlarda şöyle yazılıdır: “Uygur erkekleri sarı vahşîlerin en iyileriyle evlendiler.” Bunun bir çeviri hatası olduğuna kuşku yoktur, çünkü bu evliliklerin gerçekleştiği dönemlerde, yeryüzünde vahşîlik diye bir mefhum bulunmuyordu. Bu bakımdan kastedilen ancak “aşağı sarı ırk” olabilir. Bu anlayışın da “Sarı Moğolların Uygurlardan çok daha geri oldukları, uygarlıklarının da Uygurlarınkinden geri durumda olduğu” fikrinden doğduğuna kuşku yoktur. Günümüzde Çinlilerin birçoğu son derece beyaz tene sahiptir. Bu, damarlarındaki Uygur kanına işaret eder. Alt sınıf olarak kabul edilen Çinli-Kuli tipi ise Uygur kanı taşımaz. Onlar da eski sarı Moğolların torunlarıdır.
Bu çapraz evliliklerde Uygurlu taraf, çocuklarının Uygur standartlarına göre yetiştirilmesine büyük özen göstermekteydi. Bu nedenle Çin İmparatorluğu, ilk olarak damarlarında Uygur kanı olan ve büyük Uygur uygarlığından nasiplenmiş kişilerce oluşturuldu. O hâlde Çin uygarlığının, atalarınca onlara aktarılan Uygur uygarlığı olduğu söylenebilir. Çin’deki Tao tapınaklarında bunu doğrulayan pek çok yazma vardır ve her Çinli bilim adamı bunu hiç sorgulamaksızın bunu kabul eder. Çin’de karşımıza çıkan bir başka gelenek de şöyle der: “Çinliler Asyalı değildirler. Asya’ya, doğan güneş istikametinde uzak bir ülkeden gelmişlerdir.”
Çin’in efsanevî tarihini oluşturan bir Çin efsaneleri külliyatı bulmak için çok uğraştım ama başarılı olamadım. Bu, böyle bir eserin bulunmadığı anlamına gelmiyor; sadece benim erişmem mümkün olmadı.
E.H. Parker’in Çin adlı kitabının 17. sayfasında şu alıntıyı yapmak istiyorum:
ERKEN DÖNEM ÇİN HANEDANLARI
Parker şöyle demektedir: “’Beş Hükümdar’ hanedanı tümüyle mitolojiktir. Hia Hanedanı da efsanevî ve büyük ölçüde mitolojiktir. Şang hanedanı esas olarak efsanevidir. Çov 10 yarı yarıya tarihsel, Çov 25 ise tarihseldir.”
Tüm bunlardan Parker’ın sadece gördüğüne inandığı; duyduğu hiçbir şeye ise inanmadığı anlaşılıyor. Öyle görülüyor ki ona göre bir efsanenin ne kadar doğru olabileceği önemli değil. İnanabileceği yazılar görmedikçe, onun için bir mitostan ibaret kalıyor. Mitolojileri, nasıl ortaya çıktıklarını anlamak üzere köklerine doğru incelemek hep ilgimi çekmiştir. Yüzde doksan, mitosun kökeninde bir gelenek ya da efsane buldum. Gelenek ya da efsane o kadar tarif edilmişti ki, kusursuz bir mitosa dönüşmüştü. Ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı hatırlanmalıdır. Parker’ın mitos dediği pek çok durumda aslında biraz tahrif edilmiş efsanelerin olduğundan en küçük kuşkum dahi yok. Bunlar sadece halk için gelenek niteliği taşıyorlar; çünkü ardlarında, eski Tao tapınaklarında çeşitli fenomenlerin yazılı kayıtları olması gerekiyor.
Parker, M.Ö. 200’lerden günümüze kadar çok iyi ve son derece kapsamlı bir Çin tarihî sunuyor. Çeşitli Moğol kabile ve topluluklarının yükseliş ve düşüşünü gözler önüne seriyor. Gelgelelim Japonlar konusunda tamamıyla yanılıyor. Onlar hakkında yanıldığındaysa, öne sürdüğü diğer iddialar da kuşu altında kalıyor. Öyle bir yazı stili var ki, yanında büyük boynuzlu bir koyun getiremediği için, Marko Polo’yu hapse atmış gibi oluyor. Parker’ın Gobi harabeleri ile diğer büyük prehistorik harabelere ne şekilde yaklaştığını bilemiyorum. Anlaşıldığı kadarıyla bu gibi şeyler ona pek bir şey ifade etmemekte. Uygur İmparatorluğu’nun yıkılışından yedi ya da sekiz bin yıl sonra, Doğu Asya’da sayısız küçük ulus meydana çıkmış. Görüldüğü kadarıyla hepsi, Moğol tipli. Bu Moğol ulusların en öne çıkanı Tatarlar ki, Cengiz Han ve Kubilay Han en önemli şahsiyetler olarak karşımızda. Kubilay Han M.S. 1277’de, yaklaşık 600 yıl kadar önce yaşamış. Büyük Çinli âlim ve düşünür Konfüçyüs ise M.Ö. 551’den, 480’lere dek yaşamış; yâni Çin tarihinin Çin’de kaydedilmeye başlanmasından 300 yıl kadar sonra. M.Ö. 214’de, İmparator Çe Hvang-te, Eski Çin’le ilgili tüm kitap ve literatürün yakılmasını emretmiş. Bunların büyük kısmını ele geçirmiş ve yakmış. Bunlara Konfüçyüs ve Mensiyus’un bazı kitapları da dahil. Heungnu Tatarlarının Kuzey Çin’e sürekli saldırmalarına mani olmak için büyük Çin Seddi’ni inşa ettiren de bu imparatordur. Ancak eski yazmaların bütünüyle yakılması konusunda başarılı olamaz; çünkü bunların birçoğu kurtarılır ve Tao tapınaklarına saklanır. Bugün bu yazmalar, tapınaklarda özenle korunmakta ve tapınak rahipleri dışında hiç kimseye gösterilmemektedir.
Doğu Asya’ya ayırdığım bölüm burada sona eriyor. Bunlardan sonraki bölüm Batı Asya ile ilgili. Doğu Asya ve başkentleri açısından Büyük Uygur İmparatorluğu’nun tabutunun kapağını böylece kapatıyoruz.
TERTİYER DÖNEM UYGUR İMPARATORLUĞU
Tertiyer dönem Uygur İmparatorluğu’ndan söz ettiğim zaman, 20.000 yıl önceki Uygur İmparatorluğu’nu kastediyorum. Bu, Kutsal Kitaptaki “Tufan”ın ta kendisi olan Manyetik Felâketten mitolojik jeolojik “Buz Çağı”ndan ve dağların yükselmesinden önceki dönem demek oluyor.
S.219’daki harita yalnızca bir karalamadır ve Büyük Uygur İmparatorluğu’nun boyutlarını ve büyüklüğünü göstermek üzere günümüz toprakları çerçevesinde yalnızca bir fikir vermektedir. 20.000 yıldan bu yana birçok kara parçası sulara gömülmüş, birçoğu da sonradan ortaya çıkmıştır. Pasifik’ten Atlantik Okyanusu’na doğru Asya ve Avrupa’nın iç kesimleri boyunca ilerleyen bir hat çizdim. Bu hat aynı zamanda İmparatorluğun merkeziyle de ilgilidir.
Uygurların kalıntılarına Balkanlarda da rastlanıyor. Batıdaki son ileri karakollar, Fransa’daki Brötonya ve İspanya’daki Bask memleketi. İmparatorluğun Asya’da nerelere kadar gittiyse bilinmiyor. Sibirya’nın uzak köşelerinde eski Uygur kentleri bulunmuştur.
Haritadaki gölgeleri kısımlar şüpheli sınırları gösteriyor. Kesin olarak bilinen iki sınır, yalnızca doğuda Pasifik Okyanusu ile güneyde Naga İmparatorluğu. Uygurlar, Avrupa içlerinden Atlantik Okyanusu’na dek ulaştılar mı, yoksa buralarda sadece ileri karakollar mı bulunuyordu? Bu, henüz çözülmemiş bir bilmecedir. Ancak, bugün Atlantik kıyısında onların soyundan gelenlere rastlıyoruz. Kökenlerini söylemeye ise hiç kimse teşebbüs etmiyor.
Eski bir Doğu belgesinde, Uygur İmparatorluğu’nun küçük krallık, beylik ya da devletler gibi bir yapı arz ettiği anlatılmış. Hepsinin kendi yöneticisi ya da hükümdarı var. Ancak hepsi bir tek büyük imparatorluk oluşturuyorlar ve hepsinin üstünde Güneş İmparatorluğu Mu’ya bağlı bir tek imparator bulunuyor. Bugünkü yönetim biçimleriyle karşılaştırıldığında, Uygur İmparatorluğu’nun, Amerika Birleşik Devletleri’nin geniş ölçekli bir benzeri olduğunu fark etmek güç değil. Aslında dünyanın tek birleşik devletleri ise Mu’nun kendisidir. (s.220 … 232)
AVRUPA’DAKİ UYGURLAR
Uygur İmparatorluğu büyük bir koloni imparatorluğuydu. Ota Asya’nın tümünü, Pasifik Okyanusu’ndan Ural Dağları’na dek içine alıyordu ve Avrupa’nın tüm merkezî noktalarında koloni ve ileri yerleşimleri bulunuyordu. Onları daha ileri gitmekten alıkoyan tek şey, Atlantik Okyanusu’ydu.
Uygurların Avrupa’ya gelişi iki ayrı göç dalgasıyla gerçekleşti. İlk göçle gelenler, genelde, Büyük Manyetik Felâket tarafından yok edildiler. Ardından da dağların yükselmesi felâketi geldi. Tam olarak yok olmadılar çünkü üç küçük topluluk ya da sülâle varlığını sürdürmeyi başardı. Bu gurupların bugünkü torunları, Fransa’daki Bretonlar, İspanya’daki Basklar ve kendi tabirleriyle “has İrlandalılar” dır. Bu halkların hepsi dil bakımından bağlantılıdır.
Geçtiğimiz yıllarda New York’lu bir müteahhit, Küba’da bir iş almıştı. Müteahhit, ustaları getirecek, ancak işçiler Kübalı olacaktı. Müteahhit, güvendiği İrlandalı ustalarını yanına alıp yola çıktı. Küba’ya geldiklerinde, gündelikçi işçi olarak çalışmaya gelmiş bir gurup Basklıyla karşılaştılar. Müteahhit, onları şöyle bir baktı ve yardımcısına dönüp şöyle dedi: “Bir çevirmen bulmam gerek. Ben dönünceye dek burada bekle.” Bir saat sonra çevirmenle geri döndüğünde, İrlandalı yardımcısını Baskların ortasında şakalaşırken bulunca çok şaşırdı. “Çevirmeni gönder.” Dedi İrlandalı Pat, “Bu arkadaşlarla ben aynı dili, Gal dilini konuşuyoruz!”
Benzer bir hikaye de Hindistan’da yaşanmıştır. Britanya ordusundan askerler, Tibet sınırı üzerinde Nepal yakınlarından geçmektedirler. Aralarında İrlandalı bir subay vardır. Köylerden birinden geçerken, subay duyduklarına inanamaz, tekrar kulak kabartır. Sonra gurubundan kopar ve yakındaki birkaç yerleşim yanına koşar ve şöyle der: “Begorah! Bu küçük şeytanlar benim ana dilimi konuşuyorlar!”
18 Ağustos 1929 tarihli New York Times gazetesinde, Leningrad kaynaklı bir haber yer alıyordu; bu haberde Rus Bilim Akademisi üyesi profesör N. Marr “İrlandalılarla Ermenilerin ırksal kardeşler olduklarını ve antik çağların en yılmaz savaşçılarından olan Skityanlar (Scythians) vasıtasıyla birbirlerine bağlandıklarını” öne sürmekteydi. Ayrıca bu Asyalı halkların, İrlanda’nın bugünkü nüfusunun tümünü içermediklerini, sadece bu adanın bilinen ilk yerlilerinden gelenlerin kastedildiklerini de ekliyordu.
Manyetik Felâket, Kutsal Kitaptaki “Tufan” ve ardınca gelen dağların yükselmesi sonrasında, bugün Arîler olarak bilinen küçük Uygur gurupları, Orta ve Batı Asya dağlarından inip Doğu Avrupa’ya dağıldılar. Bu noktaya, çalışmalarında Maxs Müller de değinmektedir. Bu kişiler, tufandan ve Asya ve Avrupa’daki dağların oluşum felâketinden kurtulabilmiş olanlardı. Uygurların Avrupa’ya birinci ve ikinci göçlerinin her ikisinden de söz eden Doğu kayıtları mevcuttur. İlk göç dalgası, dağlar yükselmezden önce, Pliyosenik dönemde Avrupa’ya girmişti. İkinci göç ise Pleyistosenik dönemde ve dağların oluşumu esnasında, yâni ilk göçten binlerce yıl sonra gerçekleşir. İlk Uygurlardan kalma pek az kalıntı ele geçmiştir. Bunlardan en önemlisi, kısa süre evvel bugün Moravya olarak bilinen bölgede ele geçmiş olandır. Burada, tufan ve dağların oluşumu sonucu tarihe karışmış bir topluluk yaşamıştır. Tüm yerleşim harabeleri, dağın etekleri altında bulunmuştur. (s.122 … 126)
[(Albay James Churcward-Batık Kıta MU’nun Çocukları kitabından aynen alınmıştır.) (Ege Mata Yayınları)]
Dipçe : James Churchward Kimdir
James Churchward, (d.27 Şubat 1851) – (ö.4 Ocak 1936), İngiliz asker, araştırmacı.
1930’lu yıllarda yazdığı kayıp kıta Mu ile ilgili Naacal Tabletlerini çözmüş; The Children of Mu (1931), The Lost Continent Mu (1933), ve The Sacred Symbols of Mu (1935) adlı kitapları ile gündeme gelmiştir. Bilinen en ünlü esrarengiz İngiliz yazarıdır. Aynı zamanda uzman bir balıkçı ve mühendistir.
Churchward’ a göre, Mu’nun yeri “kuzeyde Hawaii, güneyinde ise Fijis ve Paskalya Adası olarak verdi.” O, Mu kıtasının 64.000.000 nüfusa sahip olduğunu iddia etti. Churchward günümüzden 50.000 yıl önce, Mu kıtasının teknolojik olarak çok gelişmiş olduğunu iddia etti. Bu uygarlığın kolonileri arasında Hindistan, Babil, Pers, Mısır ve Maya uygarlıklarının olduğunu araştırmaları ile tespit etti.
Yazarın bu üç kitabı Türkiye Cumhuriyeti kurucusu M. Kemal Atatürk’ün okuduğu kitaplar arşivinde de yer almaktadır. Atatürk 1930’lu yıllarda Tahsin Mayakon(Mayatepek)bey’i araştırma görevlisi olarak Amerika’ya yollamıştır. Mu kavmi hakkında bilgi edinmesi için birçok rapor düzenlemiştir Tahsin Bey. En ünlüsü 14. rapordur. Ön Türkler ile Mu kavmi arasındaki bağı sorgulamak babında yapılan araştırmalar sonucu Mu ile Meksika’daki kavimler ve Naacal Tabletleri arasında bir bağ bulunmuştur.
BÜYÜK UYGUR İMPARATORLUĞU – James CHURCWARD’ın tespitleri
Etiketler: Çin » Dünya » E-KitapBENZER HABERLER