Son Dakika
Beşir Ayvazoğlu
Yılbaşı gecesi Reina’da otuz dokuz masum insanı katleden ve önceki gün çok başarılı bir operasyonla canlı olarak yakalanan Ebu Muhammed Horasani kod isimli Abdülkadir Masharipov’un bir Özbek olduğu ve Afganistan’da profesyonel bir terörist olarak yetiştirildiği anlaşıldı. Katliam gecesinden başlayarak on yedi gün boyunca caninin Kırgız, Özbek veya Doğu Türkistanlı Uygur olabileceğine dair çok sayıda haber ve yorum okumuştuk zaten. Sizi bilmem ama, ben, Masharipov’un eyleminin aynı zamanda Türkiye Türkleri ile Türkistan, yani Özbek, Kırgız ve Uygur Türkleri arasındaki gönül ve kültür bağını koparıp düşmanlık tohumları ekmeye yönelik bir operasyon olabileceğini düşünüyorum..
Reina canisinin kimliğine bakarak Türkistan Türkleri hakkında olumsuz kanaatler edinmek çok yanlıştır. Masharipov gibi psikopat katiller her toplumda çıkar. Münferit olaylardan hareket ederek genellemeler yapmak tehlikelidir. Taşkent, Semerkant, Buhara, Hive, Herat, Belh gibi Türkistan şehirlerinin, medeniyetimizin yıldız şehirleri olduğunu; Buhârî, Ahmed Yesevî, Farâbî, Bahâeddin Nakşibendî, Mevlânâ, Emir Sultan, Uluğ Bey, Ali Şir Nevâî, Molla Cami gibi binlerce âlim, şair, sufî ve filozofun Türkistan coğrafyasında yetiştiğini unutmamak gerekir.
Doğru olan bütün Türk dünyasıyla kültürel ve ekonomik ilişkilerimizi geliştirip gönül bağlarımızı sağlamlaştırmaktır. Ayrılık tohumlarını ekenlerin emellerine hizmet edecek söz ve fiillerden kaçınmak zorundayız.
Mevlânâ, yedi yüz küsur yıl önce “Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil,” demişti. Yunus Emre de Mevlânâ gibi insanları birliğe çağırıyor, “İkilikden usandım,” diyordu. Felsefesinin merkezinde insan vardı. Yaratılışın asıl gayesi insandı; o var olduğu sürece âlem de var olacaktı. Makrokosmos’un bir özeti olarak onun bütün hakikatlerini kendisinde toplayan insan “eşref-i mahlûkat”, yani yaratılmışların en şereflisiydi, öyleyse sevgiye lâyıktı. Yunus’un düşman olduğu sadece kin ve nefretti; “Düşmanımız kindir bizim,” diyor ve hemen ardından ekliyordu: “Biz kimseye kin tutmayız kamu âlem birdir bize.”
Mevlânâ ve Yunus’un bu yakınmalarının sebebi, on üçüncü yüzyıl Anadolu’sunda kol gezen şiddet ve sevgisizlikti. Moğol tehlikesini önceden görerek ciddi tedbirler alan Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubad’ın vakitsiz ölümü ve yerine geçen II. Gıyaseddin Keyhusrev’in yetersizliği ve tecrübesizliği, uzun bir buhran döneminin başlamasına sebep olmuş, Anadolu, 1243’te Kösedağ’da uğranılan büyük mağlubiyetin ardından Moğol zulmü, veraset kavgaları ve iç isyanlarla cehenneme dönmüştü.
O yıllarda Selçuklu başkentinde yaşayan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Moğol fırtınasının Anadolu’ya sürüklediği Belhli bir ailenin oğluydu. Bu coşkun sufi ve büyük şair, Selçuklu sultanlarının, vezir ve beylerin üzerinde büyük bir nüfuza sahipti ve kaosu, sevgi, tesamuh ve uzlaşma yoluyla aşmaya çalışıyor, dil, din, ırk farkı gözetmeksizin, bütün insanları dergâhına çağırıyordu.
Yunus Emre bu çağrıya uyarak Mevlânâ’nın dergâhına koşanlardandı; onun meclisinde bulunmuş, “görklü nazar”ını tâ yüreğinde hissetmişti. Hiç şüphesiz, kanıyla, diliyle, bakışıyla, kısaca her şeyiyle saf bir Türk, bilge bir Türkmen kocası olan Yunus’un Türklüğü “cümle yaratılmışa bir göz ile” bakmasına mani değildi. Bütün kalbiyle inanmış bir Müslümandı, fakat Müslümanlığı farklı biçimde yorumlayanlara da, başka dinlerden insanlara kucak açıyordu.
Türk ve Müslüman kimliğini koruyarak bütün insanlara ve bütün çağlara seslenebilmenin sırrını keşfeden Yunus için Allah’a ve O’nun bütün yarattıklarına sevgiyle yaklaşmak, yaşamanın asıl gayesiydi: “Aşksızlara benim sözüm benzer kaya yankısına/ Bir zerre aşkı olmayan belli bilin yabandadır” diyordu; “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyordu; “Sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz,” diyordu.
***
İnsanları birliğe ve sevgiye çağıran Mevlânâ ve Yunus’un birer pasifist oldukları zannedilmemelidir. Tam aksine asıl düşman olarak kin ve nefreti gördükleri için her alanda bunu körükleyenlerle mücadeleyi bir düstur olarak benimsemişlerdi. İslâm’ı sırf yasaklardan oluşan bir korku ve dehşet dini olarak yorumlayıp Müslümanların yaşama sahalarını daralttıkça daraltan, hareket imkânlarını kısıtlayan Molla Kasımlara ve Molla Kasımlığa karşı verdikleri fikrî mücadeleye de dikkatinizi çekmek isterim.
Mevlânâ’nın ve Yunus’un da Anadolu’daki kargaşa ortamında ezilen, bunalan halkın acısını yüreklerinde hissettiklerinden zerrece şüphe etmiyorum. Bu iki büyük şairin doğrudan doğruya sevgiye dayanan felsefeleri ve birlik çağrıları, onların yaşadıkları yüzyılda küçük bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği’nde yankısını buldu ve yüz yıl içinde, Anadolu’da birlik büyük ölçüde sağlanarak acılar az çok dindirildi. Osmanlı’nın temel harcında Mevlânâ ve Yunus’un şiirlerinde çiçeklenen sevgi vardır. Aydınlar katında Mevlânâ, halk katında Yunus, yüzyıllarca sevgiyi ve tesamuhu besleyen iki tükenmez kaynak oldular.
Ara sıra Yunus okumakta fayda vardır. Hiç eskimeyen, her dem taze bir şairdir o. Kendisi de “Her dem yeni doğarız bizden kim usanası” demiyor mu? Yunus okumaktan usanılmaz; her okuyuşta yeniden keşfedilen ve mesajını çağlar öncesinden bugüne ulaştırmayı başaran bir şairdir o.
Bugünlerde Mevlânâ’yı ve Yunus’u daha iyi anlıyor, İslam’ı bir korku ve şiddet dini olarak yorumlayıp sadece cehennem azabından söz eden kalbi kararmışlardan Allah’a sığınıyorum.
Kaynak : http://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/biz-birlestirmek-icin-geldik-ayirmak-icin-degil-3106#
Etiketler: Din » Dünya » Genel » Görüş Yorum » Gündem » kÖŞE YAZARLARI » Makale Analiz » SiyasetBENZER HABERLER