Son Dakika
Bu yazı,06 Temmuz 2015’de Çin’in Doğu Türkistan’daki Ramazan yasakları ile ibadetleri engellemeleri üzerine Türkiye genelindeki tepki ve protesto eylemlerinin zirve yaptığı günlerde kaleme alınmış ve yayınlanmıştır.Makaledeki güncel hadiseler geçerliliğini kaybetmiş ise, de değerli yazarın Doğu Türkistan’daki gerçekler,Türkiye ve uluslara arası platform ve ülkeler arası ilişkiler ile geleceğe dönük tahminler noktasında çok önemli görüş ve bilgileri içermektedir. Ayrıca,Doğu Türkistan sorununun Türk kamu oyu nezdinde algılamaları ve Doğu Türkistan milli mücadelesinin yasal ve barışçıl zeminlerde yürütülmesi için takip edilecek yol ve yöntemler hakkındaki görüş ve önerilerini çok değerli ve önemli bulduğumuz için yazıyı tekrar yayınlamayı uygun ve zaruri mütkaala ediyoruz.
Sayın Mehmet Volkan Kaşıkçı’ya bu ve diğer Doğu Türkistan konulu makaleleri için bir kez daha teşekkür ediyor ve “Doğu Türkistan’daki Vaziyet Üzerine ” başlıklı makalesini aşağıda bilgilerinize sunuyoruz. ( Uygur Haber ve Araştırma Merkezi- UYHAM )
Mehmet Volkan Kaşıkçı
29 Haziran tarihli facebook iletimin gözden geçirilmiş ve bazı eklemeler yapılmış halidir. Yazının sonuna da ilgilenenler için çoğunluğu 2010 yılına kadarki İngilizce yayınlardan oluşan bir Doğu Türkistan/Uygurlar bibliyografyası ekledim:
Son günlerde Doğu Türkistan Türkiye’nin gündeminde daha önce hiç görülmediği kadar yer tutmuş durumda. Hatta 2009’da bile belki bu kadar gündeme gelmemişti. Herkes facebookta, twitterda bir şeyler paylaşıyor. Eskiden bu mevzuyla alakadar olan benim gibiler kimsenin ilgi duymamasından hayıflanırdı. Şimdi ise şu tabloya bakıyorum ve yine sevinemiyorum. Çünkü birincisi yalan yanlış birçok şey de dolanıyor. Birçok insan nerdeyse hayatında ilk defa Doğu Türkistan’dan haberdar olduğu için belki de çok garip değil bu. Ama beni üzen nokta çok ateşli ateşli paylaştığımız şeylerin Doğu Türkistandakilere hiçbir faydası olmaması, hatta nerdeyse zararının olma ihtimali.
Beni tanıyanlar Doğu Türkistan’la olan hissi yakınlığımı bilirler. Daha küçük denecek yaşta İsa Yusuf Alptekin’in anılarını okuyarak başladı ilgim ve sevgim. Daha sonra Rıza Bekin Paşa, Arslan Alptekin, Rabia Kadir dahil Uygur diasporasından birçok kişiyle tanışma fırsatım da oldu.
Ancak ne yazık ki bugün geldiğimiz noktada hissi tepkilerin yanında rasyonel bir yaklaşıma da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Belki heycanlı bir gençten akademisyenliğin kuru dünyasına geçtiğimi iddia edebilirsiniz, ama bu hissi paylaşımlarımız da her şeyden önce bizim kendimizle ilgili oluyor ne yazık ki. “Sen paylaştın, o paylaşmadı. Sen bunu paylaştın, bunu da paylaşmazsan insan değilsin. Onu paylaşıp bunu paylaşmayanın taa…” diye gidiyor cümleler. Yani aslında mesele nadiren kendimizi tatmin etmenin veya Türkiye içindeki siyasi çatışmalarımıza malzeme yapmanın ötesine geçebiliyor. Oysa bizim artık her şeyden önce Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizin hayatını düşünmemiz lazım.
Şunu da söylemem lazım bu konu benim uzmanlık alanım değil, Çin’le ilgili bilgim sınırlı, Çince hiç bilmiyorum. Ama Rus/Sovyet Orta Asyası çalıştığım için hissi yakınlığımın yanında eskiden beri Doğu Türkistan üzerine olan akademik yayınları da takip ederim. Ayrıca konunun uzmanı olan arkadaşlarıma da uzun uzun danıştım bu sürede. Yani yazacaklarımdan bir kısmı arkadaşlarımdan öğrendiklerimi size satmak olacak.
Öncelikle doğru yansıtılmayan şeylerden başlayalım. İlk olarak o paylaştığınız resim ve vidyoların çoğunun olayla bi ilgisi yok, hatta Sol Haber Sitesi gibi bazı dangalaklara ve Banu Avar gibi neye hizmet ettiği belli şahıslara fırsat vermekten başka işe yaramıyor. O yüzden paylaştığınız şeye dikkat etmenizi rica edeceğim.
İkincisi, karşı karşıya olduğumuz olayın niteliği. Ramazan’da gelen yasaklar gördüğüm kadarıyla bir infial yarattı ancak yanlış yönlendirmeye de sebep oldu. Sanki mevzu Çin hükümetinin İslam düşmanlığı, İslam’a saldırması gibi lanse ediliyor. Halbuki Çin’de Uygurların dışında başta Çinli Müslüman olarak bilinen Huiler/Dunganlar olmak üzere farklı Müslüman gruplar var (Çin’in verdiği resmi sayı 23 milyon civarında, fakat diğer kaynaklarda bu sayı 50 milyona kadar çıkıyor), ancak bu bahsedilen yasaklar sadece Uygurlar’a getiriliyor, yani resmi adıyla “Sincan Uygur Özerk Bölgesi”ndeki uygulamalar ve hedefi de Uygurlar. Çin’in diğer bölgelerinde Müslümanlar’ın büyük çoğunlukla hiçbir sıkıntı yaşamadan dini vecibelerini yerine getirdiğini biliyoruz.
Son günlerde infial yaratan yasaklar şunlar: Doğu Türkistan’da devlet çalışanları, öğrenciler ve öğretmenlerin oruç tutması yasak, ayrıca camilere gitmeleri de sıkıntılı (bu resmi olarak yasak mı bilmiyorum). Çin Halk Cumhuriyeti ateist bir devlet. Bunun manası şu, birinci olarak devlet görevlisi ve parti üyesi olan herkesin ateist olması şart (bahsettiğimiz küçük bir grup değil Çin Komünist Partisi üye sayısı 80 milyonun üzerinde). Yani bu, bölgeden bölgeye değişmiyor, bütün Çin’de böyle. İkinci olarak bu, bu tarz sıkıntıları zaman zaman bütün inananların yaşadığı manasına geliyor. Uygurlar’ın yanında özellikle Katolikler de Çin Devleti tarafından şiddetli baskıya maruz kalıyor, aynı zamanda daha düşük ölçüde Tibet Budizmi de bundan nasibini alıyor.
Uygurlar’a dönecek olursak, anlaşıldığı kadarıyla resmi yasakların dışında gayr-ı resmi uygulamalar da olduğu görünüyor. Yani yasa yalnız öğrenci, öğretmen ve devlet memurlarıyla sınırlıyken, keyfi uygulamalar da görülebiliyor. Bunun da özellikle bölgeden bölgeye değişiklik arz ettiği söyleniyor (Urumçi yasakların en hafif olduğu yer olarak öne çıkıyor). Bunun dışında zaten sadece bu Ramazan’a özel değil, uzun yıllardır Doğu Türkistan’da dinle ilgili çeşitli kısıtlamalar getiriliyor. Oruç yasağı da aynı şekilde ilk kez getirilmiyor, bölgeyi takip edenler yıllardır bu uygulamaların var olduğunu bilirler. Zaman zaman okuduğumuz haberler namaz kılmak, Kur’an bulundurmak gibi şeylerin ceza almaya hapse girmeye neden olabildiğini öğreniyoruz, ancak bu genel bir uygulama değil.
Burdan varmamız gereken en önemli sonuç şu: Eğer Müslümanlar arasında bu baskıyı yalnızca Uygurlar görüyorsa bu olayın bir İslam’a karşı savaş değil, etnik bir mesele olduğunu gösteriyor. Doğu Türkistan’daki gerilim yeni değil. Yirminci asırda iki kez bağımsız devlet kurulmuş bir toprak burası ve 1949’daki son işgalden sonra da gerilimler hep oluyor. Özellikle 1980’lerden itibaren şiddet olaylarında tırmanma görüyoruz ve bazı dönemlerde bir nebze rahatlama yaşansa da genel olarak Çin devletinin baskıları artarak devam ediyor. Zaman zaman büyük ölçekli katliamlar yaşanmakla birlikte, sürekli olarak zaten böyle bir durum var.
Ancak önümüzde olan bu tarihi sürece baktığımızda bir dönüm noktası görüyoruz, bu da 11 Eylül. Evet bilmeyenler için biraz ilginç gelecektir, ama konunun dini bir hüviyete bürünmesinin başlangıcı 11 Eylül’dür. 11 Eylül’den sonra Çin Hükümeti dünyada var olan “radikal İslam”a, “İslami terörizm”e karşı savaş söylemini benimseyip kendi hukuksuzluklarını ve katliamlarını bununla meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Hak, hukuk arayan Uygurlar “İslamcı terörist” olarak dünyaya sunulmuş, bununla Çin kendini uluslararası arenada kabul ettirmeye çalışmıştır. İŞİD’in ortaya çıkışıyla beraber, bu etiketin ve bu söylemin Çin için daha fazla sömürülmesi gereken bir şey haline gelmiş olması da mantıkidir.
Bunun karşılığı elbette Uygur toplumunda da görünüyor. Bu uygulamalar neticesinde din daha önce hiç olmadığı bir düzeyde kimliğin bir parçası haline gelmiş durumda.
Peki olay etnik bir meseleyken, neden Çin özellikle dini yasaklara gitmektedir? (eğitimde Uygur dili silinmeye çalışılsa da, Uygur dilinin kullanımı hakkında böyle bir yasak yoktur). Bir nedeni deminden beri bahsettiğim İslamcı terörist etiketini kullanmak tabi ki. Hatta şahsi fikrimce Uygurlar’ı gerçekten böyle bir yola sokmak gibi bir politika da var. Nitekim uzun zamandır Uygur ayrılıkçıların Afganistan’daki veya başka yerlerden cihatçı örgütler tarafından beslendiği haberlerini pompalıyorlar. Ancak tarafsız kaynaklar şu ana kadar böyle bir şeyin saptanmadığını söylüyor. Zaten daha sonra değineceğim Çin’in jeopolitik konumunu göz önüne aldığımızda da böyle bir şeyin mümkün olmadığı görünüyor. Netice olarak Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı hissiyatın hiçbir uluslararası bağı yoktur tamamen bölgenin içindeki huzursuzluk, hukuksuzluk ve katliamlardan doğmaktadır. Uygur diasporasının ise bölgede gerçek bir etkisi kesinlikle yoktur. Herhangi bir iletişim kurulması bile başlı başına bir sorundur. Çin’in internet ve haber alma mekanizmaları üzerindeki kontrolü herhalde malumunuzdur ve böyle bir ortamda Uygur diasporasının bölgede etkisi olması zaten beklenemez.
İkinci bir sebebin şu olabileceği kanaatindeyim. Çin Hristiyan ve Müslüman bir çoğunluğa sahip olmadığı için organize dinin ya da dinin toplumsal boyutunun tarihi olarak zayıf olduğu bir ülkedir, Hristiyan ve Müslüman ülkelerle karşılaştırıldığında. Çin’in geleneksel “din”leri daha bireysel ve daha spiritüeldir. Bu sebeple mesela Sovyetler Birliği 1920 ve 1930’larda dine karşı son derece acımasız bir savaş yürütürken, Komünist Çin rejiminde bununla karşılaştırılabilecek ölçüde bir din karşıtı savaş olmamıştır. Rusya’da Ortodoks Kilisesi rejime rakip olabilecek bir güç arz ederken, Çin’de bunun muadili bir yapı yoktu. Bu söylediklerimle bağlantılı olarak Modern Çin tarihçisi bir profesörün bana söylediğini aktarmak istiyorum. Dinin (en azından organize veya toplumsal dinin) Çin’deki bu göreli zayıflığı, Çin yönetiminin Katoliklik veya İslam gibi dinlerin yapısını ve gücünü anlamasını güçleştirmektedir. Fikrimce sorunun bir diğer yanı da budur. Çin getirdiği dini yasakların ne gibi sonuçları olabileceğini tam hesaplayamamakta, insanların tepkisini önemsememektedir.
Ayrıca Çin ateist bir devlet olduğu için bu konuda benim de tam hakim olmadığım bazı yasaları vardır. Ve öğrenebildiğim kadarıyla bir Uygur’u cezalandırmak, hapse atmak istediğinde, aslında meselenin dinle en ufak alakası olmasa da bu yasaları kullanmaktadır. Yani din Çin devleti için bir nevi araç haline gelmiştir ve birçok başka hukuksuzluğu bu kisve altında saklamaktadır. Ancak mesela bir Hui devlet görevlisi bile olsa, bu yasalara doğrudan aykırı davranması dahi çok daha sıradan uygulamalar ve basit cezalar doğurmaktadır.
Olayın dini boyutunu açıkladıktan sonra, meselenin neden etnik bir sorun olduğu konusuna dönelim. Bölgedeki temel sorunlar nelerdir? Tartışmasız en önde gelen sorun Doğu Türkistan’ın Çinlileştirilmesi, yani bölgeye olan Han Çinlisi göçüdür. 1949’da bölgenin yalnızca yüzde 6’sı Çinli iken, bugün bu oran muhtemelen yarıyı geçmiştir. Ben en son beş yıl önce bu istatistiklere baktığımda Uygurlar’ın oranı yüzde kırka yaklaşmış durumdaydı, bugünkü net oranı bilmiyorum. Bunun yanında bölgede müthiş bir ekonomik eşitsizlik vardır. Hangi sektörde işe alınanların ne kadarının Çinli ne kadarının Uygur olduğunu gösteren istatistikler vardı, şimdi tek tek arayıp bulamayacağım. Ancak özet olarak yüksek gelir getiren tüm sektörlerde çok çok büyük oranda Çinliler işe alınmakta Uygurlar dışlanmakta, sefalete ve de kanun dışı yollara teşvik edilmektedir. Urumçi bugün dünyanın en “modern” ve “gelişmiş” şehirlerinden biridir ama nüfusunun en az yüzde sekseni Çinli’dir. Çin’in Doğu Türkistan’ı bir nevi laboratuar olarak görmesi bölgede ekolojik sorunlar doğurmuştur. Ayrıca Çin her geçen gün bölgedeki askeri varlığını arttırmakta, bölgeyi adeta bir daimi olağanüstü hal bölgesine çevirmektedir.
2009’da Leiden’a gittiğimde 2009 Temmuz’undaki büyük olaylarda Kaşgar’da bulunan bir hocamla olan biten üzerine konuşmuştuk. Bana birçok savaş ve etnik sorun gördüğünü, ama dünyanın hiçbir yerinde böylesine bir etnik nefret görmediğini söylemişti. Bu söyleneni yakın zamanlarda Doğu Türkistan’da uzun bir vakit geçiren (Çince Uygurca bilen) akademisyen bir arkadaşım da teyit etti. Hayat tamamen ikiye bölünmüş durumda. Çinli ve Uygur birbirinden alışveriş yapmıyor, birbirinin evine gitmiyor, birbirinin yemeğini yemiyor. Elbette ki Çin okullarında okumuş ve daha asimile olmuş Uygurlar var, ve elbette ki bölgesel farklılıklar bulunuyor. Mesela Turfan bölgesi tarihi olarak Çin kültürüyle daha içli dışlı olmuş bir yerken, Türkistan mirasını en fazla taşıyan Kaşgar ve çevresi ile güney tarafı Çinlileştirme politikalarına karşı en sert tepkilerin verildiği bölgeler durumunda. Ancak bütün bu farklara rağmen karşı karşıya olduğumuz etnik nefreti bir sınıfa veya bölgeye bağlamak mümkün değil. Bunun milli yani bütün Doğu Türkistan’a yayılmış bir husumet olduğunu söylemek mümkün, tabi ki farklılıkları da unutmadan. Mesela Çin devletine çalışıp en radikal sayılabilecek İslami pratikleri hiçbir zorlukla karşılaşmadan uygulayabilen Uygurlar olduğunu da öğrenmiş oldum.
Not etmemiz gereken şeylerden biri şu, Çin gibi bir devlette devletle başınızın belaya girmesi ne anlama gelir? Her ne kadar bizim ülkemizin entelleri arasında Kürt meselesini Filistin veya Doğu Türkistan’la eş tutma eğilimi varsa da olay bu karşılaştırmalarla anlaşılabilmenin çok ötesindedir. Çin polisinin yalnızca Uygurlar üzerinde değil bütün ülkede anlamadan dinlemeden sormadan soruşturmadan insanları indirdiği bir vakıadır. Doğu Türkistan’da etnik nefretin ve Uygur karşıtı politikaların bu seviyeye gelmesi de zaman zaman büyük ölçekli katliamlara neden olmaktadır. Son olarak 2-3’ü Çinli polis olmak üzere katledilen 18 kişi (Çin’in resmi olarak verdiği sayı, yoksa 28 diyen kaynaklar da var) nerdeyse artık benim gibi bölgeyi takip eden biri için sıradan bir hal almıştır. Mütemadiyen çift basamaklı sayılarda Uygurlar’ın katledildiği, ipe sapa gelmez nedenlerle hapse atıldıkları bilinmeyen bir şey değildir. Ancak ne kadar ilginçtir ki, Türkiye içinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti “Allah bir” dese inanmayacak bazı kişiler Doğu Türkistan’da yaşanan her olayda Çin gibi bir propaganda devletinin açıklamalarını tartışmasız doğru olarak kabul etmektedir. Dünyanın en büyük ve en gaddar kapitalist ekonomilerinden birini solculuk adına güzellemek ve aklamak ayıptır ve hatta komiktir.
Ancak olayı yalnızca bir Çin Devleti-Uygurlar çatışması şeklinde açıklamak da yanlış olacaktır. Etnik nefret daha önce değindiğim gibi devlet mekanizmalarını aşmıştır, iki milletin birbirine güveni kalmamıştır. Bu yüzden her an patlamaya hazır bir bomba halindedir bölge. Herhangi bir sebepten bir Çinli ile Uygur arasında çıkabilen kavgalar anında büyük çaplı etnik çatışmalara dönebilmektedir. Evet Uygurlar’ın hiçbir uluslararası ağı yoktur Çin’in iddia ettiğinin aksine. Uygurlar’ın mevcut özerk cumhuriyet kadroları dışında temsilci bir kurumu da yok denebilir. Ancak yine de olay artık yalnızca Uygurlar’ın devlet tarafından katledilmesi değil, Çinli halk ile Uygur halkının birbirini öldürmesi boyutuna gelmiştir. Çıkan olayların birçoğu spontane gelişmekte ve daha sonra Çin polisinin çok şiddetli müdahalesiyle son bulmaktadır.
Yukarıda bir yerde Çin politikalarının Uygurlar’ı hukuk dışı yollara sürdüğünü belirttim. Çinli halk arasında Çin devletinin pompaladığı çok kötü bir Uygur imajı vardır. Uygurlar ahlaksız, hırsız, katil, “bıçak taşıyan” insanlar olarak bilinmektedir ve Çinlilerin çoğu bu görüşü paylaşmaktadır. Ne yazık ki bu imaj Çinliler ile de sınırlı değildir. Başta bölgede yaşayan Kazaklar olmak üzere diğer halklar da yavaş yavaş bu görüşü paylaşmaya başlamıştır. Hatta ve hatta Çin’e giden Türk turistlerden iş adamlarından bile “Çin’de en pis işleri yapanlar hep Uygurlar” lafını duymanız mümkündür. Belirtmek gerekir ki bu söylem Amerika’da siyahlara, Almanya’da Türkler’e karşı kullanılan söylemin aynısıdır. Doğrudur belki kendi hayatlarında insanlar bu şekilde Uygurlar ile karşılaşıyordur. Ama işte akademi zaten bu yüzden var. Eğer kendi gözünüzle gördüğünüz bireysel vakalardan bir olayı anlamak mümkün olsaydı bu kadar insan tarih, sosyoloji, siyaset bilimi, antropoloji okumazdı. O yüzden lütfen bu tür yorumlara itibar etmeyiniz. Etnik çatışmaların dinamiği ve de özellikle göç hareketleri gettolaşma gibi konular bu olayı anlamamızda bize daha fazla imkan tanır. Son derece entellektüel bir Hui arkadaşıma bu söylemden bahsettiğimde “Uygurlar’a yapılan bana yapılsa ben de vurur kırardım” diye cevap verdiğini belirtmek istiyorum.
Çin’in başka bölgelerinde yaşayıp (ve genellikle Çin’den bir sürü para kazanıp) Doğu Türkistan konusunda ahkam kesmeye kalkan bir güruh da ortaya çıktı. Doğu Türkistan’daki vaziyet yüzlerce belge, rapor, tanıklıkla sabittir, bu insanların Çin’in bilmem hangi şehrinde yaşadıkları iki olayla açıklanmayacak kadar da açıktır. Claude Levi-Strauss’un “Gezginlerden nefret ederim” lafı geliyor aklıma. Eğer meseleyi anlamak istiyorsanız, Doğu Türkistan için “gezgin” sıfatında dahi olamayacak insanların anılarını değil bölgeyle ilgili ortaya koyulmuş sayısız akademik yayına bakmanız gerekmektedir. Kendinize şunu da sorabilirsiniz: Neden bölgeden sağlıklı haber almak bu kadar zor? Bu soru bile başlı başına Çin’in bölgedeki baskılarını ve propaganda sistemini açığa vurmaktadır.
Özetle şunu söylemek mümkündür ki Uygurlar bölgede yalnızlaşmıştır.
Uygurlar da diğer gruplara karşı bu tarz önyargılar geliştirmiştir. Çin hükümetinin amaçlarından birisi de güçlü bir bölgesel kimliğin oluşmasını engelleyip Uygurlar’ı yalnızlaştırmaktı (halbuki 1930 ve 1940’lardaki mücadele başta Kazaklar olmak üzere bölgedeki bütün grupların ortak hareket ettiği bir mücadele idi). Bu yüzden mesela nüfusu iki milyon civarında olan Kazaklar’a karşı uygulamalar Uygurlar’a karşı olandan çok farklıdır. Ayrıca Kazaklar Kazakistan’ın bağımsızlığının ardından bir güvence bulmuşlardır, Kazakistan vatandaşlığına geçen çok sayıda Kazak vardır. Vatandaşlık değiştirmeseler bile her zaman Kazakistan ile ilişkide kalabilmektedirler. Ancak bu halklar arasındaki anlaşmazlıkları yalnızca Çin politikalarıyla açıklamak da kolaycılık olur, burda anlatamayacağım tarihi kökleri de vardır.
Çin bugün çok büyük bir güçtür. Uluslararası sistem üzerine çalışan arkadaşlar daha iyi bilir, ama artık en azından iki kutuplu bir dünyaya girdiğimiz her yerde yazılıp çizilmektedir. Ve benim gördüğüm kadarıyla bu dünyanın kutupları birbirine rakip olmaktan çok dost bir görünüm sergilemektedir. Ankara’dayken görüştüğüm bir Uygur akademisyen de ABD ile Çin’in işbirliği noktalarının çatışma noktalarından çok daha fazla olduğunu söylemişti (yani bazılarının iddiasının aksine Uygur diasporası da ABD’nin neyin peşinde olduğunu gayet iyi bilmektedir). Yani ABD’den kendi çıkarının aksine bir şey yapmasını beklemek hayalcilik olacaktır. ABD benim tahminimce Doğu Türkistan ve Tibet gibi meseleleri hep masada tutacak ancak hiçbir zaman bununla ilgili somut bir adım atmayacaktır. Uluslararası kamuoyunun Doğu Türkistan’da şu zamana kadar sağladığı tek fayda Rabia Kadir’in 2005 yılında serbest bırakılmasıdır. Onun dışında insan hakları söylemi burda bitmektedir. Kapitalizmin iddialarından biri devletlerin ekonomilerinin birbirine eklemlenmesi sonucu çatışmaların biteceği idi. Ancak Kırım’ın işgali göstermiştir ki bu gelişme büyük güçler arasında çatışma ihtimalini çok azaltmakla beraber, daha zayıf aktörleri de aksine savunmasız bırakmaktadır. Amerikan ve Çin ekonomileri bu kadar birbirine bağlıyken burdan bir şey çıkmaz.
Orta Asya ülkelerinin en büyük korkuları hatta paranoyaları Çin’dir, Çin’in devasa nüfusudur. Hatta Rusya’ya yakın durmalarınn en önemli sebeplerinden biri de budur ama buranın konusu değil. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın Çin’e karşı herhangi bir harekette bulunmaları imkan dahilinde değildir. Mesela Kazakistan’da Doğu Türkistan’daki olaylarla ilgili çok yoğun bir sansür vardır. Ve ne yazık ki hem bu sansür nedeniyle hem de Çin’de kendini ifade edemeyip Kazakistan’da ifade etmeye çalışan Uygurlar’la Kazaklar arasında oluşan yanlış anlamalardan dolayı Kazakistan’da ciddi sorunlar vardır. Orta Asya ile ilgili yazan Türkler’in çoğu ya cahil olduğundan, ya da güzellemeden öteye geçmediği için daha bu konuya değinen görmedim. Ama bir meseleden bahsetmediğimiz zaman o mesele yok olmuyor. Bu yazının konusu olmayan Kazak-Uygur gerginliği çok üzücü bir meseledir ve eğer Türkiye bu bölge için bir şey yapmak istiyorsa bu tarz gerginlikleri aşmak için diyalog ortamı kurmakla başlamalıdır.
Diğer tarafta Pakistan Çin’in emir eri gibi bir konumdadır. Pakistan’dan Uygurlar’a herhangi bir destek beklemek mümkün değildir. Hindistan ise Doğu Türkistan meselesinde henüz net bir tutum ortaya koymamıştır. Hindistan’ın pozisyonunu çekimser olarak nitelemek doğru olacaktır. Tüm bu anlattığım sebepler, çevre ülkelerin bu tutumu nedeniyle, Uygurlar’a uluslararası bir destek zaten söz konusu olamaz.
Türkiye’ye gelirsek, ne yazık ki Türkiye’nin de Çin’e karşı yapabileceği çok fazla bir şey yoktur. Hatta beni esas düşündüren konu Türkiye’deki hissiyatın Doğu Türkistan’daki Uygurlar’a daha fazla zararı olup olmayacağıdır. Çünkü Türkiye hiçbir aktif rol almasa da yaklaşık 35 yıldır, Doğu Türkistan’daki her türlü hareket Çin hükümeti tarafından Türkiye’ye ve Pantürkizme (tabi ki son 15 yılda öncelikle radikal İslam!a) bağlanmıştır. Türkiye’de kimse Doğu Türkistan’ın yerini bilmezken, Çin Türkiye’yi “ayrılıkçı”lara destek vermekle suçlamıştır. Şurası doğrudur ki Uygurlar’ın Türkiye’ye büyük bir sevgisi ve saygısı vardır. Çin hükümeti de bunu kullanarak Türkiye’deki her türlü şeyi Uygurlar’a karşı uyguladığı baskılara bahane olarak kullanmıştır. Ne yazık ki paranoyak bir devlet ile karşı karşıyayız.
Paranoyak devlet nasıl olur size bir örnekle anlatacağım. 2009 yılında bir uluslararası organizasyonla beraber Kırım’da idik. Hansarayı’nı gezerken ekipte bulunan Uygur diasporasının Türkiye’de önde gelen akademisyenlerinden biri yanıma gelerek “Çinliler gelmiş bizi takip ediyor” dedi. O an içimden “hocam sen de abarttın artık” dediğimi hatırlıyorum. Daha sonra çevreye baktığımızda ise avlunun iki ayrı köşesinde birer Çinli kameraman gördük. Arkadaşlarla yanlarına gidip “burda ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumuzda alelacele ordan ayrıldılar. Ankara’da Doğu Türkistan’la ilgili etkinliklerde rol almış kişiler, nasıl en küçük bir faaliyette bile Çin Büyükelçiliğinin araya girdiğini, konferanslarda nasıl bir dizi Çinli polisin olduğunu bilirler. Daha birkaç yıl önce Gazi gibi bir üniversitede Çin Büyükelçiliği konferans iptal ettirdi hem de bir gün kala.
Bu durumda Doğu Türkistan’a destek verecek tek bir güçlü devlet kalıyor o da Japonya. Bunun sebebi de tarihi olarak Çin’le arasında olan husumet. Ayrıca Japonya’nın Türk dünyasına tarihi bir ilgisi de mevcuttur. Ancak bu desteğin boyutlarının ne olacağını kestiremiyorum. Eğer biz gerçekten Doğu Türkistan’da toplu bir direniş istiyorsak da şunu düşünmek lazım. Bu gibi hareketler ikmal gerektirir, hatta geri çekilip sığınabilecek alan gerektirir. Orta Asya ülkeleri ve Pakistan’ın pozisyonu bunun mümkün olmadığını zaten gösteriyor. 2-3 milyonluk Moğolistan’ı ülkeden saymıyorum. Bu durumda gerçekten böyle bir harekete destek verebilecek güçte tek ülke kalıyor ki bu da Rusya’dır. Böyle bir direniş hareketini 1940’larda Sovyetler’in yaptığı gibi ancak Rusya destekleyebilir. Ancak bugün Rusya’nın ilgisinin ne tarafa kaydığı hepinizin malumudur ve ayrıca Çin’e karşı böyle bir şeye girişebilecek güçte ve istekte olup olmadığı şüphelidir (Çin’in artık Rusya’yı bile pek ciddi bir güç olarak görmediği söylenmektedir).
Yarıda bıraktığım siyaset bilimi eğitimimin bana öğrettiği şeylerden biri şu. Contentious politics (bunu Türkçe’ye nasıl çevireceğimi bilmiyorum, mücadele politikaları diyelim) teorileri bize şunu söyler: Terör faaliyetlerinden ibaret olmayan ama onu da kapsayan mücadele politikaları eğer karşıdaki devlette demokratik kanallar varsa başarıya ulaşır. Aslında bizim ülkemizde yaşanan da bunun bir örneği. Ama eğer demokratk kanallar tamamen kapalıysa bu ancak daha büyük katliamlara yol verir ve tam bir baskıyla neticelenir. Çin bugün demokratik kanalların tamamen kapalı olduğu bir ülkedir. O yüzden hissiyatımız Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı da olsa, bu yöndeki arzularımız ancak kendimizi tatmin eder, o hayatı gerçekten yaşayan Uygur kardeşlerimizi ise daha fazla baskıyla karşı karşıya bıraktırır.
Anlaşılacağı gibi ne yazık ki bu konuda kötümserim. Türkiye dışındaki bütün meseleler içinde belki de en gönülden bağlı olduğum konu Doğu Türkistan davası, beni tanıyanlar bilir. Ama rasyonel düşünmemiz gerekiyor artık. Daha fazla baskıyı ve katliamı önlemek olmalı amacımız. İlk görünen bu meselenin Çin’in kendi içinden demokratikleşmesi yolu ile çözülebileceği. Ancak henüz Çin’in böyle bir yola gireceğini gösteren bir işaret yok. Geriye kalan iki seçenek var. Ya Uygurlar toplu bir direnişle Türkiye’deki insanların “FreeEastTurkestan” yazdıkları gibi bunun için mücadele edecekler, ki deminden beri açıklamaya çalıştığım sebeplerle bu ancak ve ancak daha çok baskı ve katliam getirecek. Ya da bir şekilde bir diyalog ortamı kurulacak. Tercih etmemiz gereken bu olmalıdır. Tercih etmemiz gereken Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı değil, kağıt üzerindeki özerkliğinin uygulanması olmalıdır. Uluslararası siyasi konjektürde çok büyük bir değişiklik olmadığı müddetçe Uygurlar Çin’de yaşayacaklar bunun alternatifi yok. O yüzden bir şekilde çözüm aranması şarttır.
Ancak görünen odur ki Çin devleti zaten çözüm istememektedir. Mutedil bir aydın olan İlham Tohti’nin hapsedilmesi bunun en güzel örneğidir. İki toplumun beraber yaşaması gayretindeki bu insanlara bile tahammülü yok Çin devletinin. Bu durumda buraya kadar boşuna mı yazdım? Açıkçası ben de bilmiyorum, ne yazık ki aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık durumu var. Ayrıca bir diğer ihtimal de, çatışma bu kadar dinileştirilirken Çeçenistan örneğinde olduğu gibi Vahhabi (veya bugünün deyişiyle Cihatçı) güçlerin bölgeye sızıp olayı daha da çıkmaz hale sürüklemesidir.
Şu durumda ülke olarak yapabileceğimiz şey, konunun uluslararası gündemden düşmemesini sağlamak ve mülteci konumuna düşmüş her Uygur’a kapılarımızı açmaktır. Bunun dışında Doğu Türkistan’la ekonomik ve kültürel ilişkiler geliştirilmeye çalışılmalı, iş adamlarımız buraya girmeli, daha çok öğrenci Türkiye’ye gelmelidir. Ancak Çin’in bütünlüğü konusunda ileri süreceğimiz her şey Uygurlar’a ters tepecektir. Uluslararası topluma açılmak bölgeyi bir nebze stabilize edebilir. Ayrıca Doğu Türkistan Çin’in birçok enerji projesinin geçiş noktasıdır (bu da Çin’in asla bölgeden vazgeçmeyeceğini gösteren bir nokta ayrıca). Bu projelerin hayata geçmesi, enerji güvenliği kavramının istikrara yol açmasını sağlayabilir. Ancak ne yazık ki ben de gerçekten somut çözüm önerilerne sahip değilim.
Çok çok uzun yazdım okuyanlara teşekkür ederim.
Not: Facebook iletimi yazarken çok kötümser bir resim çizmişim. Ancak unutmamak lazım ki tarih asla olmayacakmış gibi görünen şeyler bir anda patlak verdiğinde insanların yeni duruma da ne kadar kolay uyum sağladığı örnekleriyle doludur (Alexei Yurchak, Everything Was Forever, Until It Was No More: The Last Soviet Generation; ve Todd Shepard, The Invention of Decolonization: The Algerian War and the Remaking of France kitaplarına bakılabilir). Ayrıca Türkiye için de çok pasif bir rol biçmişim galiba. Bunu şu şekilde düzeltmek lazım. Elbette ki Çin’in bütünlüğü konusunda söylediklerim aynen geçerlidir.
Ancak, onun dışında şunu diyebilirim ki eğer Türkiye bu mevzuda herhangi bir aktif rol üstlenecekse bu tutarlı ve uzun vadeli olmalıdır. Bugün Uygurlar hatırlanıp yarın unutulacaksa bu işlere hiç girmemek daha iyidir. Görüldüğü kadarıyla Türk insanı için Doğu Türkistan meselesi de diğer meseleler gibi her şeyden önce kendi siyasi tartışmalarının bir aracı. Aynı şekilde devletin de bunu bir araç olarak kullanması ancak Uygurlar’a zarar verir. Bir duruş ortaya koyulacaksa zararları da göz önüne alınarak ve bundan geri dönmemek şartıyla koyulmalıdır.
Doğu Türkistan ve Uygurlar Bibliyografyası
Doğu Türkistan Kazakları hakkında:
Benson, Linda and Svanberg, Ingvar, 1997, China’s Last Nomads: History and Culture of China’s Kazaks, London: Routledge Curzon
Hui/Dungan/Çinli Müslümanlar Hakkında:
Gladney, Dru, 1996, Muslim Chinese: Ethnic Nationalism in the People’s Republic, Harvard University Asia Center
Genel olarak Çin’in etnik politikaları hakkında:
Çin milliyetçiliği hakkında:
Kaynak: https://falancamesele.wordpress.com/2015/07/06/dogu-turkistandaki-vaziyet-uzerine/
Etiketler: Çin » Din » Dünya » Eğitim » etnik Çatışma » Genel » Görüş Yorum » kÖŞE YAZARLARI » Makale Analiz » Siyaset
BENZER HABERLER