Son Dakika
19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nde çeşitli faktörlerin etkisi ile adım adım ortay çıkan dış Türkler meselesi, Türk tarih yazımında ilgi çekmiş bir konudur. Dış Türkler meselesinin doğuşu, bir alt başlık olarak, Türkçülük fikrinin doğuşu ana başlığı altında, hem konunun içinde bulunan kişiler, hem de yerli ve yabancı akademisyenler tarafından ele alınıp incelenmiştir.
Yücel TANAY
Dış Türkler meselesinin ortaya çıkmasında etkili olan faktörler iki ana başlık halinde ele alınabilir. Bu faktörlerden birincisi dış, ikincisi de iç faktörlerdir. Osmanlı Devleti’nde dış Türkler meselesinin ortaya çıkmasında etkili olan dış faktörler; Osmanlı Devleti’nde batıl ülkelerin yönlendirme ve teşvikleri ile Türkoloji çalışmalarının ve ve Çarlık Rusyası’ndaki Türkçü aydınların etkisi olarak sıralanabilir. İç faktörler ise, özellikle 2. Abdülhamit dönemi dış politika uygulama ve beklentilerinin yanısıra Osmanlı aydınlarının yaptığı dil, edebiyat ve tarih çalışmalarıdır. Ayrıca siyasi gelişmeler sonucu Osmanlı toplum yapısında meydana gelen değişmeler de dış Türkler meselesinin doğuşunda en çok etkili olan iç faktörler arasındadır.
Dış Türkler meselesinin doğuşunda etkili olan dış ve iç faktörleri birbirinden ayırmak ayrı süreçler halinde gelişip bir noktada birleştiklerini iddia etmek doğru değildirl. Dış ve iç faktörler çoğunluk la birbirine paralel olarak gelişmiş ve birbirlerin etkilemişlerdir. Konuyla ilgili çalışma yapanlar, iç ve dış faktörlerden hangilerinin diğerlerine göre daha baskın olduğu konusunda tam olarak anlaşmasalarda etkileşimin karşılıklı olduğu anlaşılmaktadır.
Dış Türkler meselesi “Türk” kavramının bir milletin adı olarak kullanılmaya başlaması ile yakın ilişki içinde ortaya çıkmıştır. Klasik milliyetçi yaklaşıma göre, Türklerde milli şuur tarihi en eski devirlerinden bu yana vardır. İçinde “ Türk” adı geçen tarihi metinlerin 8. yüzyıla ait olması ve daha sonra yazılan bazı eserlerde “ Türk” adına yer verilmesi bu görüşün dayanaklarıdır. Ancak, acaba “Türk” adını kullanılıyor. Bu sorunun cevabı ne olursa olsun, İslam diniyle tanışıp bu yeni dini kabul eden Türk toplumlarının milli duygularının gelişmesinin sekteye uğradığını söylemek yanlış değildir.
Toplumların milli değil, dini kimliklerinin ve şuurlarının öne çıktığı bir dönemde, Türklerin milli duygularının gelişim süreci de bir istisna oluşturmamıştı. Hatta tam tersine, Osmanlı Devleti’ndeki Türk unsurun, 18.yüzyıl sonundan itibaren Avrupa’da hızla ilerleyen milli şuurun gelişmesinin dışında kalması bir istisna, ama aleyhte gelişen bir istisna oluşturmuştu. Devletin Türk unsuru, milli kimliğini dini kimliğin içinde eritmekle kurduğu imparatorluğun içinde milli kimliğe ihtiyaç duymadan uzun yıllar yaşamıştı. Türkler kadar eski bir milli kimlik taşımadan Osmanlı Devleti’ne bağlı yaşayan diğer unsurlar milli kimliklerini kazanma konusunda hızla yol alırken Türk unsur bu gelişmeye pek sıcak bakmamıştı. Bu konuda toplum ve devleti yönlendirmesi gereken aydın kesim milli duyguları güçlenmiş unsurlardan oluşan devletin birlik ve varlığını koruyamayacağını düşünüyordu. Devletin kurucuları olan Türklerin milli kimliklerinin vurgulaması , diğer unsurlarda zaten milli duyguların güçlenmesine neden olacağı gerekçesi ile ihmal ediliyordu. Bu dönemlerde Yeni Osmanlılar, Osmanlı vatanseverliğini Osmanlı Devleti’ni kurtaracak bir tutkal olarak düşünüp savunuyorlardı. Dil ve tarih alanlarındaki çalıışmalarda bu düşünceye destek olacak mahiyetteydi. Yüzyıllardır yan yana yaşayan Osmanlı unsurlarının, milliyetçilik akımına rağmen, yine yan yana yaşamaya devam edebilecekleri görüşü savunuluyordu. Bu görüşün aksini savunmak, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını isteyen meşru bir zemin hazırlamak demekti.
Osmanlı Devleti’nin asli kurucu unsuru olan Türklerin kendi milli kimliklerine vurgu yapmasının çok milletli devletin parçalanmasına yol açacağı değerlendirmesi, Osmanlı devlet adamları ile aydınlarının Türklük şuurunun uyanmasında gayret göstermesine engel teşkil ediyordu. “Osmanlı” kimliği çerçevesinde bütünleşilmesi gereği vurgulanılıyor ve eğer “ Türk” kimliği vurgulanmazsa diğer milletlerin de kendi kimliklerini “Osmanlı” bütünlüğü içinde eritecekleri varsayılıyordu.
Ancak yüzyıllardır yan yana yaşayan unsurların ayrılmasının güç olacağı yönündeki beklenti, milli duyguların hızla geliştiği bir çağda geçersiz kaldı. Osmanlı bütünlüğünü oluşturan unsurların önce gayri Müslimlerin sonra da gayri devletler kurmalarına rağmen Türk unsur neredeyse sonuna kadar başlangıçtaki fikrine sadık kalmıştı. Fakat Osmanlı aydın ve devlet adamları Osmanlı bütünlüğünü ne kadar savunurlarsa savunsunlar iç ve dış gelişmeler onların fikirlerini doğrulamadı.
Osmanlı Devleti’nde dış Türkler meselesinin ortaya çıkmasında etkili olan dış faktörlerden en başta geleni batılı ülkelerin, özellikle de önce İngiltere’nin sonra da Almanya’nın faaliyetleri ve Osmanlı Devleti’ni sınırları dışındaki Müslüman toplumlarla ilgilenmeye teşvik edici tutumlarıyla ilgilenmeye teşvik edici tutumlardı. Yunanistan’ın bağımsızlığını elde etmesiyle bu ülkede kalan Müslümanların haklarının da belirlendiği 1830 Londra Protokolü’nün imzalanmasında ve uygulanmasında Osmanlı Devleti’nden çok İngiltere’nin rolü olmuştu. Yine Yunanistan’ın genişlemesi sonucu 1881’de imzalanan “ İstanbul Uluslararası Sözleşmesi de Yunanistan’da kalan Müslümanların ve Müslüman Türklerin haklarını güvence altına almıştı.” Keza 1871’de Kaşgar’da bağımsızlık ilan eden Yaku Han’ın Osmanlı Devleti’den yardım istemesinde yine İngiltere’nin rolü vardı. Öyle anlaşılıyor ki, Çarlık Rusylası’nın Orta Asya’da ilerlemesi ve Müslüman Türk toplumların üzerindeki hakimiyetini pekiştirme isteği, İngiltere’yi Osmanlı Devleti’ni Orta Asya ile ilgi kurmaya teşvik ettirdi. Böylece İngiltere, Orta Asya’da Rus ilerlemesi karşısında Osmanlı Devleti’ni bölgeye yöneltirken, Yunanistan’a karşı Müslüman azınlığı koz olarak kullanıyordu.
Almanya’nın Orta Avrupa’da milli birliğini tamamlayarak güçlü bir devlet olarak ortaya çıkması (1871), Osmanlı Devleti’inde dış Türkler meselesinin yükselişinde İngiltere’den sonra bir başka faktörün ortaya çıkması demekti. Almanya, en büyük rekabet içinde bulunduğu devlet olan İngiltere’yle baş edebilmek için özellikle Müslüman toplumlar-topraklar üzerindeki etkinliğini kırmak zorundaydı. Bu sebeple, Almanya, Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasındaki dini manevi nüfuzundan yararlanmak plan ve girişimleri içindeydi. Bu girişimler olumlu sonuç verirse, Almanya hem Osmanlı Devleti’inde ve İslam dünyasında etkinlik kurabilecek, hem de İngiltere’nin askeri, siyasi, ekonomik üstünlüğünü dengelebilecekti. Öte yandan Orta Avrupa’da kapalı bir coğrafi konumda bulunan Almanya, Osmanlı Devleti’ni dünya coğrafyasına açılabilecek kapılardan biri olmanın yanında Doğu Avrupa’da rekabet ettiği Çarlık Rusyası’nı potansiyel tehtine karşı doğal bir müttefik olarak da görüyordu. Bu son cümlenin ikinci yarısı, aynen Osmanlı Devleti için de geçerlilik taşıyordu.
Almanya, bu durumda 19. yüzyıl ortalarında İngiltere’nin yaptığı gibi, Osmanlı Devleti’ni sınırları dışındaki din ve soy, dil benzerliği olan toplumlarla ilgilenmeye itmeye çalışacaktı. İngiltere ise, tam tersine, Osmanlı Devleti’nin sınırlar dışında arayış içine girmesie engel olmaya uğraşacaktı. Almanya ile İngiltere, 20. yüzyıla ve 2. Abdülhamid iktidarının yıkılış sürecine rollerini değişmiş olarak gireceklerdi. Artık Osmanlı sınırları içindeki Türkçülük akımının güçlenmesinde, dolayısıyla dış Türkler meselesinin gündemde daha çok yer almasında Almanya’nın teşvikleri özel bir önem taşıyacaktı.
Siyasi alanda İngiltere ve Almanya’nın faaliyetleri dışında Osmanlı Devleti’nde etkili olan bir başka faktör batıda yapılan Türkoloji çalışmalarıydı ki, bu çalışmalır siyasi gelişmelerle paralel seyrediyordu. Türk tarih, dili, edebiyatı üzerine batılı müsteşriklenin yaptıkları çalışmalar, Osmanlı aydınları ve devlet adamları üzerinde olumlu etkiler yapıyordu. Batı karşısında uzun yıllardır yenilen ve toprak kayıplarına uğrayan Osmanlı Devleti aydınları ve devlet adamları bu çalışmalarla ortaya çıkan Türklerin dil ve edebiyat ürünleri ve batılı devletlerden daha uzun bir maziye sahip oldukları bilgisi ile başarısızlık duygularını yenmeye çabalıyordu.
Kısacası batıda başlatılan tarih ve dil çalışmaları Osmanlı aydını üzerinde derin etki oluşturmuştu. Tarih alanında, Osmanlı tarihi dışında, ondan çok daha geriler e uzanan bir Türk tarihi olduğu fikri siyasi alanda arayış içinde olanlara bir yeni duygu aşılıyordu. Keza, dil alanında da Osmanlıca’dan başka bir dil olarak Türk dilinin çok eski zamanlarda kullanılıyor olduğunu gösteren Orhun Anıtları’nın meydana çıkarılması ve okunması Türk benliğini geliştirmek isteyenlere umut ve güç veriyordu.
Çarlık Rusyası’nda yaşayan Türklerin siyasi, dini ve kültürel baskı altında kalmaları onların daha çaabuk milli benliğe ulaşmalarına sebep olmuştu. Türkçülük duygusunun öncelikle Çarlık Rusyası’nda ortaya çıkmasının sebeplerinden biride buydu.
Çarlık Rusyası’nda Türkçülük ile ilgili olarak yapılan çalışmalar Osmanlı Devleti’ndeki aydınlar üzerinde çok yönlü etki yapmıştı. Bu çalışmalar Osmanlı aydınlarına çalışacakları konuları gösterme yanında sınırlar dışında soy, dil, din , kültür açısından kendileerine benzeyen tarihin uzak devirlerinde de ortak maziye sahip olunan toplumların yaşadığını ve bu taplumlarında kendilerine yönelik ilgi ve beklentilerinin bulunduğunu gösteriyordu.
Osmanlı Türkçüleri ile Çarlık Rusyası’nda faaliyet gösteren Türkçüler arasındaki yakınlık zamanla işbirliğine dönüşecekti. Çarlık Rusyası’nda faaliyet gösteren Türkçüler kitap, mecmua ve gazeteleri dışında bizzat Osmanlı Devletine gelerek Osmanlı Türkçüleri ile işbirliği yapacaklar ve hatta bunlardan çoğu Rusya’ya geri dönmeyeceklerdi. Çarlık Rusyası’nın 19.yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında yaşadığı çalkantılı dönem,her ne kadar bazı kısa dönemlerde Türkçülerin üzerindeki baskıları nisbeten azaltmışsa da genelde Rusya’da görülen baskılar Türkçü aydınları Osmanlı başkentine yöneltmişti. Aynı dönemde Osmanlı Devleti de karışıklıklar içindeydi, ancak Türkçü aydınlar için İstanbul Rusya’ya göre daha rahat bir çalışma ortamı sunuyordu.
Şehabedddin Mercani,İsmail Gaspıralı, Zerdabi Hasan Bey(1832-1907), Mirza Feth Ali Ahundzade, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Hüseyinzâde Ali Turan devrin en tanınmış Türkçü aydınlar idi ve hepsi de Çarlık Rusyası’nda doğup büyümüşlerdi. Hepsinin de Osmanlı Devleti’ndeki Türkçülük fikir ve hareketinin dolayısı ile dış Türkler meselesinin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde büyük katkıları vardı.
Osmanlı Devleti’nde dış Türkler meselesinin ortaya çıkmasında etkili faktörlerden olan dış politika uygulamaları 2. Abdulhamid döneminden itibaren kendisini göstermişti. İktidar çevrelerinde etkili olarak iktidarın gücünü paylaşabilecek aydınlar ile iktidarın gücünü paylaşabilecek aydınlar ile ikti hakimiyet alanını parçalayabilecek azınlık grupları üzerinde denetim kurarak hakimiyetini 1908 yılına kadar devam ettiren 2. Abdülhamid, o zamana kadar Osmanlı Devleti’nin pek üzerinde durmadığı “İslam” faktörünü bir dış politika aracı olarak ön plana çıkarmak istedi.
2. Abdülhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden itibaren İslam faktörünü kendi devletinin çıkarları için kullanmaya çabaladı. Ancak, bu çabalar, dış politikada önemli sonuçlar vermeyecekti. Panislamist çağrılar İslam dünyasında pek yankı bulmamıştı.İngiltere ve Fransa gibi devletler de 2. Abdülhamid’in bu çağrılarından etkilenip Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarını yumuşatmamışlardı
Her ne kadar dış politika aracı olarak istenilen sonuçları vermese de panislamist çağrılar, Osmanlı Devleti’inde Osmanlı sınırları dışında yaşayan ve Osmanlılar ile o dönem için dini açıdan benzer özellikler taşıyan unsurların varlığını ve bunların Osmanlı dış politikasında bir yer tutması gerekitğini zihinlere yerleştirmesi bakımından önemli oldu. Milliyetçi akımın etkisi altındaki azınlık gruplarının duyguları ve bu azınlıkları destekleyen, kışkırtan devletlerin Osmanlı Devleti’nin herhangi bir unsurunun ön plana çıkarılmasına engel teşkil ediyordu.Bu yüzden, dış ve iç politikada milli unsurların varlığı yadsınıyor, o unsurun üzerine politika inşa edilmiyordu. Osmanlı Devleti, dışarda ve içerde Osmanlı tebasının bir bütün olduğunu, aralarında fark olmadığını savunarak parçalanmaya ideolojik çare ararken, her hangi bir bir unsurun öne çıkarılması zatan çelişki olurdu.
Bu yüzden, 2. Abdülhamid iktidarı, bilinçli bir şekilde,Müslümanlık dışında bir unsurun ön plana çıkmasına engel olmaya çalıştı. Fakat, dış politikadaki panislamist çağrılar, iç politikadki İslamcı uygulamalr Osmanlı sınırları içinde İslami duyguların yanında Türklük duygularının da gelişmesine yol açtı. İslamcı çağrılar, dışardan çok içerde yankı yaptı ve Osmanlı Müslümanları, özellikle de Anadolu halkı ortak bir duygu çevresinde bütünleşmeye başladı. Bu duygu çevresinde bütünleşmeye başladı. Bu duygulardaki gelişmenin din çerçevesinden taşıp soy, dil, kültür gibi “milli” bir çerçeveye uzanması o gün için amaç olmasa da, geleceğe yönelik ipuçlarını içinde taşıyordu.
2.Abdülhamid, dış ve iç politika da İslamcılığı bir araç olarak kullanarak bütün yetkileri elinde tutup, kendi iradesi yönünde uygulamalar peşindeydi. Devletin varlığının, toplumun genel yararlarının bu şekilde devam edeceğine inanıyordu. Ancak, 19.yüzyıl sonlarında ülkede hem muhalefet gelişti, hem de bir takım fikir akımları iktidar çevrelerinin uygulamalarının dışında çözümler olduğunu savunmaya başladı.
Osmanlı Devleti’nde “Türk” ve ilişkili kavramlar 19. yüzyıl ortalarından itibaren gündemde dana msık yer almaya başladı. Edebiyat alanında Türk dilinin kullanılması Şinasi ve Ziya Paşa ile başlayıp gittikçe gelişen ve yayılan bir hareket haline geldi. Dilde Türkçülük hareketi “Türk” kavramının anlam bulmasına ve yerleşmesine hizmet etti. Böylece bir milletin en önemli ayırıcı özelliklerinden biri olan dil ile beraber fiili olarak bu ayrı dile bağlı bir milletin varlığı da vurgulanmış oluyordu. 19. yüzyıl ikinci yarısında edebiyat-sanat çevrelerinin gündeminde yer bulan “Türk” ve ilişkili kavramlar, zamanla dış ve iç politik gelişmelerin etkisi altında kalarak, edebiyat sanat alanının dışına taşımaya başladı. Örneğin Mehmed Atıf, 1885’de Kaşgar Hükündarlığı ve Yakup Han ile ilgili Kaşgar Tarihi adlı kitabını basıyordu ki, bu kitap, dış Türklerle ilgili olarak yayınlanan ve sonraki nesli ve eserleri etkileyerek olan derli toplu ilk eser özelliğindeydi. Dış politikada sınırlar dışında müttefik bulma kaygısındaki Osmanlı Devleti, Müslüman toplumlara ilgi gösterirken, doğal olarak, bu dine mensup olan Türk topluluklarına da yaklaştı. Ancak bu yaklaşım, ırk-soy birliğini öne alan bir yaklaşım değil din benzerliğinden yararlanmayı ümit eden bir yaklaşımdı.
Osmanlı Devleti’nde dış Türkler meslesinin ortaya çıkmasında etkili olan faktörlerden birisi de Osmanlı toplum yapısının değişmesi idi. Osmanlı Devleti’nini kozmopolit (çok milletli) yapısı, 187-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren değişmeye başladı. Savaş sırasında ve savaş sonunda, kaybedilen topraklardan Osmanlı Devleti’ne doğru büyük göçler meydana gelmişti. Bu göçler, göç eden iinsanları ve onların içinde bulundukları durumu gören Osmanlıların düşünce dünyasına etkileri kadar, hatta belki de ondan daha fazla olarak Osmanlı sosyal yapısında meydana getirdikleri değişiklikler açısından önemliydi. Göçler sonucunda özellikle Anadolu’da Türk ve müslümün nüfusun artması zaten çoğunluğu oluşturan Türk nüfusun üstünlüğünün pekiştirilmesi, gelecekte üzerine siyaset bina edilebilmesi için gerekli olan şarlardan birinin kendiliğinden ortaya çıkması demekti.
1897 Türk-Yunan Savaşı toplumsal değişim sürecini daha da hızlandırdı, ülkedeki fikir akımlarını daha çok etkiledi. Osmanlı ordusu galip gelmiş zafer kazanmanın gururu özellikle Türklük duygusunun gelişmesi üzerinde etkili olmuştu. Savaş meydanında elde edilen galibiyetin yeni yeni filizlenmekte olan Türklük duygusuna yansıması olumlu idi. Edebiyat ve sanat çevrelerinden siyasallaşmaya giden bir eğilim yaşanıyordu ve Türk-Yunan Savaşı bu eğilimi hem güçlendirmiş, yansımamasının yarattığı hayal kırıklığı da yine özellikle Türkçü duyguları güçlendiriyordu.
19. yüzyılın sonlarına kadar ki dönemi kapsayan yukarıdaki değerlendirmeler göstermektedir ki, bu dönemde Osmanlı Devleti’nde bir dış Türkler meselesi henüz yoktu. Sınırlar dışında arayış içinde olmak bir yan, Osmanlı Devleti, kendi sınırlarını koruma kavgası veriyoru. Bu dönemde sınırlar dışında benzerlik ve işbirliği aranan kesim ancak din benzerliği taşıyan Müslüman toplumlar olabilirdi. 2. Abdülhamid’in genel iç ve dış politkasının da İslamcı bir çizgiye oturması, Osmanlı Devleti’nde dış Türklere değil, din açısından benzerlik taşıyan toplumlarla igilenme anlayışını ön plana çıkarmıştı.
Dış Türkler meselenin ortaya çıkması için ön şart olan “Türk” adının tam olarak ortaya çıkması için gerekli olan tarih, dil ve edebiyat çalışmaları başlamış, ancak tam olarak tarih, dil ve edebiyat çalışmaları başlamış ancak tam olarak olgunlaşmamıştı.”Türkçülük” ileride kazanacağı siyasi kimliğe henüz ulaşmamıştı. Osmanlı toplum yapısında savaşlar sonunda görülen değişim, fikir alanına henüz yansımamıştı. “Türk” adının, Türkçülük fikrinin temeleri atılmıştı, fakat dış Türkler meslesinin ortaya çıkması için gereken siyasi şartlar oluşmamıştır.
Osmanlı Devleti’inde dış Türkler meselesinin ortaya çıkması için gereken temeller atılmıştı. Şimdi bunun belli bir formüle, bir siyasi kimliğe kavuşturulmasına sıra gelmişti. O güne kadar Osmanlı Devleti’nde görülen belli başlı fikir akımlarını özetleyip değerlendiren Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesiyle, Osmanlı Devleti sınırları içinde, dış Türkler meselesini “ Türkçülük” adı ile siyasallaştırmanın temellerini attı. O zamana kadtar genel olarak edebiyat-sanat çevrelerinde yankılanan siyasi alanda ise pek az tartışılan dış Türkler meselesi artık kapsamlı bir şekilde ortay konmuş oluyordu.
Yusuf Akçura, bu yazısında, Çarlık Rusyası’ndaki güncel gelişmelerle Osmanlı Devleti’nin problemlerinin ışığında Osmanlı Devleti’ni kurtarma formülleri olarak ortaya atılan fikir akımları üzerinde durmuştu. Yusuf Akçura maklesinde “üç meslek-i siiyasi” dediği üç fikir akımının tahlilini yapmış ve birbirleriyle karşılaştırıp, bunların uygulana birliği üzerinde de değerlendirmelerde bulunmuştu.
Akçura “Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu” (Osmanlıcılık) bunun başarısız olmasından sonra ise “İslamiyet politikası”nın (Panislamizm) ortaya atıldığını, ancak bunun da başarılı olamayacağının görüldüğünü söyleyerek, pek yeni olduğunu belirttiği “ırk üzerine müstenit bir siyasi milliyeti husule getirmek fikri”nin (Türklük) üzerinde durmaktaydı. Akçura, Türk birliği sağlanmasının faydalarını Osmanlı sınırları içinde Türkleşmeye yol açacağı için faydalı görüyordu. Bunun yanında, Osmanlı Devleti’nin mühim rol oynayacağı bir Türk birliği Asya kıtasında Japonların yaptıklarını örnek alacak ve “beyazlar ve sarılar alemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecekti”. Buna karşılık Osmanlı ülkesinde , Türkleştirilmesi mümkün olmayan unsurların ayrılması tehlikesi vardı. Akçura, Türkleri birleştirme siyasetinin Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde ve dışında birçok engellerle karşı karşıya bulunduğunu da belirterek, İslamcılık ve Türklük siyasetlerinden hangisinin “Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbik” olduğu sorusunu kendi kendisine sorarak maklesin sona erdiriyordu. Aslında, bu soruya rağmen Yusuf Akçura, Türkleri birleştirme siyasetini benimsediğini makalesinin içinde belli etmişti.
19. yüzyıl Osmanlı aydınları arasında belirli bir yer tutan dilde sadeleşme (dilde Türkçülük) hareketi 20. yüyıl başlarında kültürde Türkçülüğe, “ bütün Türkçülüğe” ve nihayet siyasi Türkçülüğe varmıştı. Dış Türkler meselesinin tartışılması da bu çerçevede gerçekleşecekti. Dil bağları, kültür bağları Türkleri birbirine tanıtırken siyasi, Türkçülüğün (dış Türklerin bağımsızlığı veya bir bayrak altında toplanmaları temelleri de atılıyordu.)
Osmanlı Devleti sınırları içinde dış Türkler meselesinin tam bir siyasi mesele haline gelmesi, 2.Meşrutiyet’in ilanı ve ertesinde gelişen olaylarla mümkün oldu. 2. Abdülhamid döneminin sıkı idaresinden sonra ortaya çıkan hürriyet ortamı, dış Türkler meselesinin de bütün yönleriyle kamuoyu önüne çıkmasına, açıkça tartışılmasına zemin olacak gibi görünüyordu. Özellikle Çarlık Rusyası’ndaki 1905 inkılâbının nisbi hürriyet ortamı kaybolmaya yüz tutmuştu ve Çarlık Rusya’sında faaliyet gösteren Türkçüler için İstanbul artık fikirlerini açıklayıp geliştirebilecekleri, yayabilecekleri bir ortamı onlara sunuyordu. Belirli ölçülerde dış Türkler meselesiyle ilgilenen ve Çarlık Rusyası’nda faaliyet gösteren Türkçü aydınlar İstanbul’a gelmeye başlamışlar ve İstanbul dış Türkler meslesinin en yoğun tartışıldığı merkezlerdden bir haline gelmeye başlamıştı.
Türkçülük de içinde olmak üzere İstanbul’da her türlü fikir akımı açığa çıkmasına rağmen iktidar çevrelerinin ilk günlerdeki hareket belirsizliği yavaş yavaş kayboldu ve iktidarı dolaylı olarak kontrol eden ittihaçıların devletin dağılması tehlikesine karşı Osmanlıcılık adı verilen fikir akımını destekledikleri/benimsedikleri ortaya çıkmaya başladı. Perde gerisinden de olsa iktidarı paylaşan ittihatçılar devlet yönetmenin tehlike karşısında unsurları bir arda tutmayı düşünmeye başlamışlardı.
Gerek Çarlık Rusyası’ndan gellen gerekse Meşrutiyet’in ilanına kadar açıkça ortaya çıkamayan, Osmanlı sınırları içinde olsa da çeşitli şehirlerde dağınık olarak yaşayan Türkçülerin İstanbul’a gelmeleri, bu şehri Türkçülük tartışmalarının merkezi yapmıştı. Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Ziya Gökalp, baştaolmak üzere Türkçüler, İstanbul’da canlı bir tartışma ortamı bulmuşlardı. İsmail Gaspıralı’nın Hüseyinzâde Ali Turan’ın ve diğer öncü Türkçülerin etkisi altında Türkçülük fikri, dolayısıyla dış Türkler fikri, fikir alanında teşkilatlanma alanına doğru ilerliyordu. Türkçülük akımını savunanlar hem yayınlarının sayılarını arttırmışlar, hem de teşkilatlanmaya başlamışlardı.
2.Meşrutiyet döneminde kurulan pek çok dernek arasında Türkçülük fikrini savunmayı, geliştirmeyi amaçlayan dernekler de vardı. Türk Derneği Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocakları dönemin Türkçü dernekleri idi. Ancak bunlardan sadece Türk Ocakları uzun bir ömre ve o oranda da geniş bir etki alanına sahip olmuştu. Türk Ocakları, yayınları, yurt içindeki ve dışındaki şubeleri ve üyeleri, konferansları, siyasi kurum ve kuruluşlarla ilişklileri ile bir dönemin özelliklerini yansıtmış bir ölçüde damgasını da vurmuştu. Ocak kurucuları ve önde gelenleri devrin ileri gelen Türkçüleri idi.
Türk Ocağı, dış Türkler tartışmasını Ocak dışındakilerden çok Ocak içindekilerle yapıyordu. Türk’ün tanımı ile başlayan tartışmalar, Ocak tarihi boyunca çeşitlenerek sürüp gidecekti. 2. Meşrutiyet döneminde Ocağa üye olabilmek için “Türk” olmak şart olmasına rağmen “Türk”ün tarifi yapılmamıştı. İyi hali görülen ve 20 yaşını dolduran “her Türk, Ocağa aza kayd olunabilirdi.”
Türk Ocakları, Balkan Savaşları sonrasında Türk aydınlarının bazı ortak noktalarda buluşabildikleri yer olmuştu. Dış Türklerle ilgili kültür bağları kurulması gibi fikirler dışında fiili bağların kurulmasına da hizmet etmiş, özellikle yurt dışından gelen Türklerle çalışmalar yapmıştı. Özelliikle göze çarpan çalışmaları ise sosyal ve kültürel alandaki çalışmalarıydı. Şubelerinin yaygınlığı ve yayıldığı yerler faaliyet alanının Türklerin yaşadığı yerel olarak belirlendiğini göstermekteydi.
Ancak hiçbir siyasi gelişme Balkan Savaşları kadar hayal kırıklığı yaratmadı, iç ve dış politikada keskin dönüşümlere sebep olmadı ve son dönem Osmanlı zihniyetine etkide bulunmadı. Toplumsal ve siyasi düşünce normları bu savaş sonrasında tamamen farklı hale geldi. Savaş öncesi güçlü argümanlara sahip olan Osmancılık, savaş sonunda temellerini kaybetmişti. Ülke, çok dinli imparatorluktan, tek dinin- İslamiyet’in egemen olduğu bir devlete kendiliğinden dönüşmüştü. Rum Ermeni ve Yahudi azınlıklar Müslüman çoğunluğu zedeleyecek sayıda değillerdi.
Devlet sınırları içinde Müslümanlar sayıca ağırlık kazanınca Osmanlıcılığın yerine İslamcılık güç kazandı. Düşünce bazında bir netlik olmamasına rağmen, kaybedilen Balkan topraklarından göç edenler savaşı kaybetmenin getirdiği onur kırıklığı, devletin ve toplumun geleceği ile ilgili tehlikenin çok açık ve fiili bir şekilde varlığını göstermesi, devlet ileri gelenleri ile aydınları çözüm yolları üzerinde düşünmeye ve önlemler almaya sevk ediyordu.
Türkçülük hareketi, toprak kayıpları göçler onur kırıklığı, diplomatik hayal kırıklıkları ile desteklenmişti. Bu ortamda, kitlelerin yeni bir hedefe, umuda ihtiyaçları vardı. Osmanlı aydınlarının (örneğin Selanik’in kaybından sonra İstanbul’a gelen Ziya Gökalp’in ) ve iktidar çevrelerinin en önemli problemi, uygulanabilir bir çözüm bulmak ve bunu topluma benimsetmekti. Türkçülerin ulaşmak istedikleri hedef arasındaki farktı. Türkçülerin ulaşmak istedikleri hedef homojen bir topluma sahip olan bir devlet idi. Mevcut durum ise Balkan Savaşları’na rağmen homojenlik sağlamanın oldukça zor olduğunu gösteriyordu. Bu farkı kapatmak için, Türkçülerin ittihatçılar üzerinde etkisi oldu. Balkan Savaşları’nda ve sonrasında, ittihatçı iktidar çevrelerin en azından bir kısmı ile Türkçü aydınlar arasında yoğun ilişkiler, organik bağlar vardı.
Homojen bir toplum yaratma yolunda diğer bir önemil siyasi gelişme 1.Dünya Savaşı oldu. 1. Dünya Savaşı Türkçüler için umut ve umutsuzluğun, büyük beklenti ve karamsarlıkların bir arada yaşadıkları bir dönemi simgeliyordu. Hassas bir şekilde üzerinde durulan devletin sınırları, topraklarının bütünlüğü savaş sonunda alt üst olacaktı.Dini yakınlık duyulan Arap toplumların savaştaki tutumları da hayal kırıklığı yaratmakla beraber “Türklük” bilincinin ve kimliğinin çerçevesinin belirlenmesinde etkili olacaktı. Arap toplumların yaşadıkları toprakların devletin sınırları dışında kalması etnik açıdan olduğu kadar coğrafi açıdan da homojen bir toplum oluşturmanın maddi temellerini atmıştı. Etnik ve coğrafi açıdan homojen bir görünüme bürünen Anadolu’ya dayanan bir Türklük bilinci oluşturmak için fikri çalışmalar yapmak artık soyuttan somuta dönüşmüştü.
Osmanlı Devleti’ni 1.Dünya Savaşı’nda din ve soy açısından yakınlığı bulunan Türk ve Müslümanlara yönelik girişimleri hemen hemen sadece Rusya Türkleri ile sınırlı idi. Nitekim “ Cihad-ı Mukaddes” in ilanı Müslümanlara, İttihat ve Terakki’nin yayınladığı bildiri ise özellikle Rusya’da yaşayan Türklere yönelikti. Osmanlı vatandaşları ile bütün Müslümanlar ve Türkler, İngiltere, Fransa ve özellikle Rusya’ya karşı savaşa çağrılıyorlardı. Böylece daha savaşın hemen başında İttihatçılar dış politika da bir araç olarak dış Türkleri kullanacaklarını ilan ediyorlardı.
1.Dünya Savaşı, Türkçüler için özel bir anlam taşıyordu. Çünkü, bu savaşın başında bazı tereddütlere rağmen, umut vardı. Türkçüler, bu savaştan önce kaybedilen veya daha önceden Rusların hakimiyetinde bulunan Türklerin Müslümanların, bunların yaşadıkları toprakların yeniden kurtarılabileceğini düşünürüyorlardı. Osmanlı Devleti, tek başına bu işi başaracak güçte olmayabilirdi, ancak şimdi güçlü müttefikleri vardı ve onlarla birlikte istenilen hedeflere ulaşılabilirdi.
Osmanlı Devleti’inde 1.Dünya Savaşı yıllarında dış Türkler meselesinin tartışılmasında önemli bir nokta, Çarlık idaresinin yıkılıp yerine Bolşevik idaresinin kurulması sürecinde Rusya’da meydana gelen olaylar ve bu süreçte, Rusya’da meydana gelen olaylar ve bu sureçte, Rusya’da yaşayan Türklerin bağımsızlıklarını kazanacaklarına dair büyük beklenti idi. Rusya’daki karışıklıkların her halükarda Rusya’daki Türk ve Müslümanlar, dolayısıyla Osmanlılar için kazanç sağlayacağı düşünülüyordu.
Enver Paşa daha savaşın başında Kafkaslarda askeri harekata girişerek Çarlık Rusyası’nda yaşayan Türklerin kurtarılması, özellikle Kafkaslardaki petrol kaynaklarına ulaşılması ve oradaki soydaşlarla işbirliği yapılması gibi düşüncelerini uygulama alanına geçirmek istemiş, ancak hayal kırıklığına uğramıştı. Ancak, şimdi Lenin ve arkadaşlarının iktidarı ele geçirme sürecinde, Kafkasya’daki Rus orduları da çözülüyordu. Osmanlı orduları da bu durumdan yararlanmak amacıyla ileri harekâta girişmişti.
Osmanlı basını da, Rusya’daki gelişmelerden, özellikle, Rusya’da yaşayan milletlere kendi geleceklerini kararlaştırma hakkı tanınmasından memnun olmuştu.Başında Rusya’da yaşayan Türklerin “Türkistan ve Kafkasya’da ayrı ayrı Türk Devletleri” kuracakları, “Çarlık Rusyası’nın parçalanacağı” haberleri çıkıyordu. Osmanlı Devleti’nin güvenliği konusundaki endişeler de Çarlık Rusyası’nın parçalanması, özellikle Ukrayna’nın bağımsız olması ile ortadan kalkacak şeklinde değerlendiriliyordu.
Bolşevik ihtilâli Osmanlı Devleti’nde umutları yeniden canlandırsa da bu sefer müttefik olunan Almanya’nın engellemeleri ile mücadele etmek gerekecekti. Çarlık Rusyası’nın yıkılması ve Kafkaslarda iktidar boşluğunun doğması, Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki rekabeti iyice su yüzüne çıkarmıştı. İki taraf arasında güvensizlik söz konusuydu.
Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki rekabet kısa bir müddet daha devam edecek, Osmanlı kuvvetleri güney ve kuzey Azerbeycan’da Nahcıvan’da eğemenlik kursa da bu durum kısa sürecekti. Osmanlı Devleti’nin müttefiklerinin ardından ateşkes istemesi sonucu imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra İngiltere bölgedeki Türklerin faaliyetlerini engellemeye uğraşacaktı. Bu andan itibaren, Osmanlı Devleti, resmen bu bölge ile ilişkilerini kesmişti. Ancak gayr-i resmi olarak bölgede Türk, İngiliz ve Rus rekabeti hiç ara verilmeden devam etmişti. Bazı Türk subay er veöğretmenleri çoğunlukla gayr-i resmi yollarla, çeşitli amaçlarla bölgeye gelerek faaliyet göstereceklerdi.
Savaşın son yılında hatta son aylarında Rusya’dan gelen heyetlerin çalışmalarının da etkisi ile İstanbul’da Türk aydın ve devlet adamlarında Türkçülük duyğusu en yüksek noktasına ulaşmıştı. Rusya’dan gelen kişi ve veya heyetlerin, İstanbul’da buldukları en büyük destek Türk Ocağı’ndan geliyordu. Türk Ocağı, 1.Dünya Savaşı yıllarında, sadece Rusya’dan gelen Türkçülere ev sahipliği yapmakla kalmıyor, kendisi de fiilen Türkçü akımın yönünü belirlemeye çalışıyordu.
Bu dönemde sadece Türkleri değil, diğer Türk kavimleri de içine alan “Büyük Turan” kurulmasını savunanlardan, ileride gündeme gelecek olan Misak-i Milli paralelinde Anadolu ve Rumeli’de bir vatan savunanlara kadar uzanan yelpazede tartışmalar şekilleniyordu. Tekin Alp 1.Dünya Savaşı başlarında “Büyük Turan”ı savunanların, dış Türkler ile yoğun şekilde ilgilenmeyi isteyenlerin başında geliyordu. Ancak, Tekin Alp, bu konuda en uç noktayı temsil ediyordu ve diğer Türkçüler birçok noktada ondan ayrılıyorlardı. Örneğin Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Yusuf Akçura gibi Türkçüler Türk kavimleri Turan kavramı içinde değerlendirmiyorlardı.Keza, Türk Ocakları ilk başkanı Ahmet Ferit (Tek) ve İzmir Türk Ocağı başkanı Necip Türkçü de Tekin Alp ile paralel düşünmüyorlar, hatta Ziya Gökalp’in çizgisini bile aşırı bulup Anadolu ve Rumeli merkezli bir çalışma istiyordu.
Ancak Milli Mücadele yıllarında ve sonrasında, başta Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura olmak üzere daha önce dış Türklerle sıkı bağlar kurulması gerektiğini savunan düşünürlerin bir kısmı Mustafa Kemal’in akılcı ve gerçekçi politikasının sonucu olarak ortaya çıkan Anadolu Milliyetçiliğini samimiyetle savunacaklardır.
Yararlanılan Kaynaklar:
[1] Akdes. N. Kurat Türkiye ve Rusya XVII Yüzyıl Sonundan Kurtuluş Savaşı’na Kadar Türk-Rus İlişkileri (1789-1919) Ankara 1970 s. 415-416
[2] Bu konuda geniş malumat için bkz. Nadir Devlet Rusya Türklerinin Milli Mücadele Tarihi (1905-1917) Ankara 1985 s. 151-163; A. E. Oba Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu İstanbul 1995 141-174.
[3] Başbakanlık Osmanlı Arşivi Hatt-ı Hümayun no: 56210 56129 56206 56118. Bu konuda bkz. S. Aynuralp ?Belgelerle Türk Birliği? Türk Dünyası Tarih Dergisi sayı 12 İstanbul Aralık 1987 sayfa 5-7.
[4] Kurat s. 416
[5] Ç. Koçar ?Çukurova’nın Kurtuluşuna İştirak Eden Türkistanlılar? XI. Tarih Kongresi Ankara 5-9 Eylül 1990 Kongreye Sunulan Bildiriler c. VI Ankara 1994 s. 2382.
[6] a.g.e. s. 2385
[7] Kurat s. 505
[8] Koçar s. 2377-2383.
[9] V. Arzumanlı ?Azerbaycan Halg Çumhuriyeti İçtimai-Siyasi Fikir Tarihimizde Yeni Merhale Kimi? Azerbaycan Halg Çumhuriyetinin Milli Siyaseti Bakü 1998 s. 12.
[10] TBMM Gizli Celse Zabıtları cilt I Ankara 1985 s. 172 ; T. Swietochowski Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı 1905-1920 İstanbul 1988 s. 241.
[11] Kurat s. 440; Esin Güven I. Dünya Savaşı’nda Rusya’daki Türk Esirleri ve Rusya Türkleri İstanbul 1996 (Marmara Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisan Tezi) s. 21.
[12] E. Güven s. 25-26.
[13] TBMM Gizli Celse Zabıtları s. 169; Oğuz Karakartal ?I. Dünya Savaşı Sonunda Sibirya’daki Esir Türk Askerleri Sorunu ve Türk Dünyası Gazetesi / Sibirya Araştırmaları (Haz. Emine Gürsoy-Naskali) İstanbul 1997 s. 317-322; E. Güven s. 116.
(1.bölümün sonu.Yazı devam edecek)
Etiketler: Çin » Dünya » Genel » Görüş Yorum » Gündem » kÖŞE YAZARLARI » Makale Analiz » SiyasetBENZER HABERLER