Son Dakika
Sosyal medyada paylaşılan ve bir kısmı sahte olan fotoğraflar eşliğinde, yorumcuların ağız dolusu küfürleriyle 250 yıllık geçmişi olan bir meseleyi çözebileceğimizi düşünmek herhalde bize has bir özellik …
Prof. Dr. Yücel Oğurlu (Uluslar Arası Saray Bosna Üniversitesi Rektörü)
Geçtiğimiz aylarda, hamaset ve gerçeklik arasına sıkıştırılan Uygurlar, Türkiye gündemine basın ve sosyal medya üzerinden adeta bir bomba gibi düştü. Bugüne kadar gündemlerine Uygurları hiç almayan ve tanımayan insanlar bile birdenbire Uygurları koruma adına sosyal medya üzerinden şecaat arz etmeye başladılar. Mutfağında Uygur yemekleri pişen, 30 yılı aşkın süredir Uygur kökenli dostları olan, Uygurların ve bölgenin dillerini bilen ve uluslararası ilişkilerle ilgilenen bir hukukçu olmam hasebiyle kendimi gündemin bu sıcak konusunda söz söylemek mecburiyetinde hissettim.
Basında ve özellikle sosyal medyada paylaşılan ve bir kısmı sahte olan fotoğraflar eşliğinde, yorumcuların ağız dolusu küfürleriyle 1750 yılından bu yana var olan ve 250 yıllık geçmişi olan bir meseleyi çözebileceğimizi düşünmek herhalde bize has bir özellik. Belki de biraz da çaresizlik hissi insanları böyle davranmaya itiyor.
BÖLGE HALKI
Bölgede, demografik yapı içerisinde Uygurlar asıl kitleyi oluştururken Kazak, Kırgız, Tatar ve Özbekler de onların yakın çevresinde yaşıyor. Kazakların küçük bir kısmı, yaklaşık 50 bini Sovyetlerin dağılmasından sonra Nazarbayev’in milli nüfus politikası çerçevesinde Kazakistan’a yerleşti. Fakat Uygurların kendi toprakları olan Doğu Türkistan dışında hemen yakınlarında sığınacakları ikinci bir vatanları hiçbir zaman olmadı. Az sayıda Uygur 1950’lerde Türkiye’ye ulaşmayı başarmış olsa da bunun sembolik küçük bir rakamı geçmediğini ifade etmek gerekir.
Bölgede çoğunluğu oluşturan Uygurlar, Orta Asya’nın en eski halklarından ve Türkî halkların kökünü oluşturan kadim bir millet. Bölgede binlerce yıldır varlar ve Çinlilerle komşulukları da, diğer Türkî milletlerle birlikte onlara karşı direnişleri de oldukça eski tarihlere dayanıyor.
Uygurlar, Türkçe’nin Karluk (Çağatay) dil grubu içerisinde neredeyse aynı dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan Özbekistan halkı (Özbekler) ile birlikte hesaplanırsa yaklaşık bu bölgede 45 milyon gibi önemli bir kitleyi oluşturmaktalar. Uygurca, Uygurların ilk kez yerleşik düzene geçen Türk halkı olmaları yönüyle, medeni, gelişkin ve işlenmiş bir dil özelliği taşır.
İŞGAL SONRASI PARÇALANMA SÜRECİ
Uygurlar, dini ve etnik yapısı, dili ve alfabesi, sanatı, müziği, mimari ve estetik karakteristikleri, mutfak kültürü ve psikolojisi ile Çinlilerden tamamen farklı bir millettir. Uygurlar, komşuları olan ve geçmişte ‘Uluğ Türkistan’ın (Büyük Türkistan) diğer kurucuları olan Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız ve Taciklere kültürel olarak yakınken, Tacikler dışındakilerle aynı zamanda dil ve etnik kimlik bakımından da birinci derecede akrabadırlar. Rus işgali öncesinde Batı Türkistan’ı oluşturan Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan Rus işgalinden önce bugünkünden çok farklı bir idari yapıya sahipti. Bölge henüz etnik kompozisyon temelinde bölünmemişti. Sovyet Rusyası kısa zamanda yeni Cumhuriyetler kurarak bölgeyi dil ve şive farklılıklarına göre bölerek bu farklılıkları derinleştirecek politikalarla ayrıştırmıştı. Türkistan’ın Doğu kesimi ise 1750’den itibaren Çin’in tasallutu altında kalmış1950lerden sonra başlayan Mao’nun Komünist dönemi ise özgürlük ve eşitlik iddialarıyla geldikten kısa bir süre sonra gerçek yüzünü göstermiştir.
Bugün de bölgenin aynı kültürü paylaşan Müslüman halkları derin bir şekilde birbirinden ayrıştırılmıştır. Müslüman Çinli anlamına gelen Hui (Tungan) halkı ile diğer Müslüman Türkî halklar arasında tam bir güvensizlik oluşturulmuş, tarihi gerekçeler gündemde tutularak birbirinden sürekli uzaklaştırılmıştır. Uygurlarla bölgedeki Kazak ve Kırgızlar arasında da bir kaynaşma maalesef yoktur. Bütün İslam dünyasında olduğu gibi ‘küçük farklıklar’ mercek artında devleştirilip ‘büyük ayrışmalara’ve ihtilaflara zemin oluşturulmuştur.
ÇİN-TÜRK ILISKILERINE GENEL BIR BAKIS
Türklerle Çinliler bugün uzak mesafede olsalar da geçmişte tarihte komşuluk yapmış ve savaşmış olan iki ayrı millettir. Çinlilerin Çin seddini yapma sebebi, daha sonra da Türklerin bölgede yer değiştirmelerine sebep olan tarihi olaylar silsilesi dostane ilişkiler değildir. Türklerin Küçük Asya’ya gelişinden itibaren, geride kalan Uygurlarla Çinlilerin başta ticari olmak üzere yüzlerce yıl boyunca teması olmuştur. Fakat 1750 li yıllardan itibaren Çin yayılması bölgeyi derinden sarmaya ve sarsmaya başlamıştır. Türkiye ile Uygurlar arasında Abdülhamit döneminde kurulan ilişkiler dışında neredeyse sıfır seviyesine düşerken Türkiye’de halkın büyük bir kesimi son yılları saymazsak Uygurları tarihi bir topluluk olarak zannetmekteydi.
Cinle Uygurlar arasında İpekyolu üzerinden gerçekleşen tarihi tıcaret ilişkisi yerine, 1949 Komünist Mao devriminden sonra beklentilerin tam aksine adım adım derin bir sömürüye dönüşmeye başlamıştır. Çünkü Komünizm bölgeye “eşitlik ve halkların kardeşliği” söylemi üzerinden gelirken bu vaad bir kaç yıl içinde tamamen değişmişti.
1971 yılında iki ülkenin karşılıklı olarak birbirini tanımasından sonra uzun yıllar boyunca ciddi bir adım atılmamışken, Çin işgali altındaki Uygurlar o dönemde de yoğun bir asimilasyon ve iç bölgelerden taşınan Çinli nüfusun baskısı altına alınmıştı. Yanı bölgedeki huzursuzluk bugün başlamış bir hadise değildir.
2009 yılından bu yana Türk resmi Makamları en üst seviyede temsille Çin Halk Cumhuriyetini ziyaret etmişlerdi. Bugün yeni bir ziyaret daha gerçekleştiriliyor. Bu ziyaretlere siyasi ve ekonomik açıdan herkesçe farklı anlamlar yüklenebilir.
2008 Kasım ayında Çin’in en üst seviyedeki siyasi danışmanı ve Halk Siyasi Danışma Konferansı başkanı Jia Qinglin’in TBMM Başkanı Köksal Toptan’ı Ankara’da ziyaretiyle ilk resmi iyiniyet görüşmeleri başlamış oldu.. Ankara’da Cumhurbaşkanı ve Başbakanı ziyaret eden Lin daha sonra, İstanbul’daki “Türk Çin Ekonomik ve Ticari Fırsatlar Forumuna” katılmıştı. 2009 yılında Abdullah Gül’ün Uygur Özerk Bölgesinin başkenti Urumci’yi ziyareti ve Tarihî İpek Yolu güzergâhinin demiryolu hattıyla hep birlikte yeniden canlandırılacağı projesini açıklaması tarihi bir dönüm noktası olmuştu. Bu ziyaretin ardından maalesef kim tarafından başlatıldığı bilinmeyen büyük gösterilerde yüzlerce Uygur hayatını kaybetti.
2010 yılında iki ülke arasında ortak anlaşmalar, 2012 de Cumhurbaşkanının ziyareti, 2012 yılında Türkiye’ye ait Göktürk II uydusunun Çin’den gökyüzüne fırlatılması, 2013 yılında Türkiye’nin dışa tek yönlü bağımlılığı azaltmak ve alternatif oluşturmak amacıyla Çin’den savunma amaçlı füze alabileceğini açıklaması. 2015 yılı içerisinde ise Uygurların Ramazan orucunun yasaklanmasına dair haberler üzerine yapılan protesto gösterileri ve 2015 yılında Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık seviyesinde yapılan 3. ziyaret. Bu ziyaret ve temasların sürmesi Türkiye için de Çin için de Uygurlar için de elzemdir.
ÇİN HALK CUMHURİYETİ VATANDAŞI OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
Çin Halk Cumhuriyeti komünist rejime geçtiğinden bu yana tek partili sistemle yönetilmektedir. Bütün totaliter sistemlerde olduğu gibi Çin’de de insandan çok Devlet önemlidir. Çin’in diğer ülkelerde normal karşılanan birçok meseleye bir ‘iç güvenlik’ meselesi olarak baktığı ve çok sert idari ve adli usullerle en katı şekilde karşılık verdiği bilinmektedir. Mao dönemini anlatan birçok eserde, Çin’in hangi bölgesi olursa olsun insanın ancak bir ‘vida’ kadar değerli olduğu, duvardaki bir deliğin kapatılmasında imkânı olsa insanın kullanılabileceği abartılı olsa da anlatılır. Yine ihtiyaç sahibi bir insanın bir terlik çaldığı gerekçesiyle idama mahkûm edilebildiği, Komünist ideoloji dolayısıyla “dinin afyon” olarak ilan edilip hayatın her aşamasından dışlandığını, kültür ve geleneğin ise köylülük olarak adlandırılarak aşağılandığı, milli kültürlerin rejime tehdit oluşturmayacak ölçüde desteklendiğini biliyoruz. Bütün Çin’de herkes için var olagelen antidemokratik uygulamalar, azınlıklar için daha da katı ve çekilmezdir. Çünkü sıradan Çin vatandaşına nispetle bir de etnik veya dini azınlık olmaktan kaynaklanan potansiyel suçlu muamelesi görmek durumun vahametini artırmaktadır.
Azınlıkların aşağılanıp dışlanmak suretiyle maruz bırakıldıkları asimilasyon politikalarıyla, üstün olduğu varsayılan Çin Halk Cumhuriyeti devleti ve kültürüne teslimiyetleri beklenmektedir. Bundan, öncelikle Uygurlar, Kazaklar, Tibetliler ve diğer azınlıklar nasibini almaktadır. Tarihte Çini yöneten Mançuları ve Mançurya’yı hatırlayan artık kalmamıştır herhalde. Mançu dilini konuşan son birkaç kişinin ölümüyle birlikte artık kültürel anlamda Mançu adında bir millet yeryüzünde kalmayacaktır. 1912 yılına kadar Çini yöneten bir milletin bile böyle bir asimilasyonla yokluğa mahkûm olması, asimilasyona muhatap diğer milletler açısından da düşündürücüdür.
Çin Halk Cumhuriyeti’in kendi vatandaşlarına olan güvensizliği seyahat engelleri oluşturmasına sebep olurken, bütün Çinliler için de var olan genel zorluklar, Çin Halk Cumhuriyeti’nin azınlık olarak kabul ettiği milletlere gelince korkunç bir boyut almaktadır. Bütün dünyada serbestçe alınan bir pasaport için bir Uygur iki yıla kadar bekleyebilmekte, bir yılda pasaport alabilmişse sevinmektedir. Yurtdışına çıkanlardan kefil istenmekte, ailenin bir kısmına pasaport verilip diğer kısmına verilmeyerek adeta ‘rehin politikası’ izlenmektedir.
İş kurma veya öğrenim amacıyla yurtdışına çıkanların uzun süre dönmemeleri halinde ailelerine baskı yapılmakta, aile sorguya alınmakta veya tutuklanmakta veyahut telefonla sürekli taciz edilmektedirler. Çin’de olağanlaşmış bu uygulamalar Dünyanın diğer bölgelerinde ancak savaş veya sıkıyönetim şartlarında yapılmaktadır.
Sadece ‘güzel ahlak’ konulu bir CD dolayısıyla hapse atılan, basit bir protesto eylemine katılması dolayısıyla 20 yıl hapse mahkûm olan veya idam edilen dramatik insan ihlalleri içeren örnekler vardır. Uygurlara Sokak ortasında yapılan aşağılama veya hakaretlere cevap vermeye kalkanlar bölücülükle suçlanmakta, Çinlilerin karıştığı kriminal vakalarda mağdur taraf Uygur ise hak arama girişimleri çoğunlukla neticesiz kalmakta veya bazen mağdurun mağduriyeti daha da artırılmaktadır.
Bugünkü Çin uygulamaları altında azınlık olarak varlığını sürdürebilmek ve zorluklara tahammül etmeye çalışmak Uygurlar için ağır hayat şartları ortaya çıkarmıştır. Yapılan uygulamaları Dünyayla kıyas etme imkânı olmayan bölge halkı perişan bir duruma mahkûmdur. Çin’de Uygur ve diğer azınlık halkların, Dünyanın Çin’le nüfus ve nüfuz gücü ve başkaca sebepler dolayısıyla karşı karşıya gelmek istememesi dolayısıyla çaresizce durumu kabullenerek hayatta kalmaya çalışmaktan başka çaresi yok gibidir.
1950’lerden itibaren sistematik olarak Bölgeye Çin Halk Cumhuriyeti’nin iç kesimlerinden Çinli göçmenler getirilerek demografik yapıyı tahrip edecek adımlar atılmıştır. Bugün bölgenin asimilasyonda en etkili aracı olarak kullanılan bu politika, hız kesmeden devam etmektedir.
Seyahat özgürlüğü, inanç özgürlüğü, eğitim hakkı, anadilde konuşma hakkı, mülkiyet hakkı, teşebbüs özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, basın hakkı gibi sıradan hak ve özgürlüklerin kullanılması bile Çin Halk Cumhuriyeti’nde herkes için ancak özellikle azınlık mensubu milletler için sürekli olarak askıdadır.
Birleşmiş Milletler Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Komitesi Sözleşmesi’nin bütün maddeleri rahatlıkla ihlal edilirken bölgeye zorla yerleştirilen Çinli göçmenlerin de Çin’in iç kesimlerine geri dönmelerine izin verilmemektedir.
Çin vatandaşlarının bir köyden başka bir köye, ilçeye, şehre göç etmeleri izne tabidir. Köylerden şehre göçün aşırı derecede sınırlandırılması, diğer bir hak ihlalidir.
1980’lerde tanıdığım Uygurlar anadillerine, kültürlerine, sanat ve tarihlerine hâkimken ve okullarda tamamen Uygurca olan eğitim bu tarihlerden sonra düzenli olarak azaltılmış, Uygur dili ve kültürünün gelişimi engellenmeye başlanmıştır. Yeni yetişen gençlerden özellikle büyük şehirlerde karışık ortamlarda yetişenlerden Uygurca’yı yeterli ölçüde konuşamayan örnekler bile ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kültürel olarak müzik, tiyatro, mutfak gibi farklılıklara şimdilik izin veren Çin’in bir süre sonra bunlar üzerinde de baskı kurmaya çalışacağı açıktır.
Özetle, Uygurların yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Çinlilerden hemen her yönden farklı olmaları onların yabancılık, dışlama ve potansiyel suçlu muamelesine maruz kalmalarına sebep olmaktadır. Dini ve etnik ayrımcılığı sonuna kadar hissetmektedirler. Bu anlamda, öteden beri, insan hak ve özgürlüklerine yönelik ağır ve sistematik hak ihlalleri olduğu bilinmektedir. Bütün bu vahim tabloya rağmen, son yıllarda gelişmeye başlayan ve ilk kez tezahür eden olumlu gelişmeler de vardır.
OLUMLU GELİŞMELERİ DESTEKLEMEK ŞART…
Günümüzde Çin-Türk ilişkileri tarihi uyuşmazlıklardan çok iki temel noktada odaklanmaktadır. Ticari ilişkiler ve Türklerin yakın akrabaları olan Müslüman Uygurlar… Türkiye-Çin ilişkilerinin yukarıda bahsettiğim ticari boyutunun hacim bakımından büyüklüğünden ziyade, son günlerde Türk medyasında ciddi bir yer tutan Uygur Türkleri konusu gündemde önemli bir yer tutuyor. Bununla birlikte, Türkiye ve Çin arasında geçtiğimiz yıl itibarıyla 30 milyar dolar hacminde bir ticari ilişki olduğunu, bu ilişkinin kazan kazan politikası ile Uygurların da lehine bir kazanıma dönüştürülmesi için neler yapılabileceğine kafa yormak gerekir. Geçen hafta yazılı basına bildirdiğim üzere, 2008 den bu yana, Türkiye Çin arasında uçak seferlerin in başlaması, Türkiye’de sadece İstanbul’da 30 Uygur lokantası açılması, binlerce öğrenci’nin öğrenim amaçlı Türkiye’ye gelmesi, Uygur işadamlarının Türkiye’de Türklerin Çin ve Uygur Özerk Bölgesinde yatırım yapabilmelerine izin verilmesi gibi son derece önemli gelişmeler yaşanmaktadır.
Çin ile Dünyanın geri kalanı ve özellikle Türkiye arasındaki uzaklaşmadan öncelikle Uygurlar zarar görecekken ve tam tersine yakınlaşma ve her türlü engelin kaldırılmasından birinci derecede yararlanacak unsurlar Uygurlar başta olmak üzere azınlık halklarıyken bunun aksini talep etmek ve hatta neredeyse savaş ilanı isteyen yorumlar yapmak orada Uygurların hayatını zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.
İşte tam da bu noktada aşağıdaki bazı olumlu gelişmelere dikkat çekmek istiyorum.
ÖĞRENİM KANALIYLA DIŞA AÇILMA
Uygurların Dünyayı tanımaları, kapalı kapılar ardında kalmamaları, onların bekasıyla ilgili bir meseledir. Bu sebeple, yurtdışına çıkmaları, farklı ülkelerde öğrenim görmeleri, eğitim, kültür-sanat ve spor gibi sahalarda da başarının tadına varabilmeleri her toplum için olduğu gibi son derece büyük önem taşıyor. Çin Halk Cumhuriyeti’in uzun yıllardan bu yana ABD başta olmak üzere Dünyanın farklı yerlerindeki birçok ülkeye yükseköğrenim görmek üzere öğrenci gönderdiği, buna engel olmadığı biliniyor. Bu eğilimin geç de olsa etkileri Uygurlara da ulaştı artık.
Son yıllarda, Çin Halk Cumhuriyeti’nde genel olarak artan refah seviyesi ve bundan zor da olsa yararlanmaya başlayan Uygurların yurtdışında öğrenim görmek üzere ülkesinden ayrılmalarına imkân sağladı. Binbir güçlüğe göğüs gererek Türkiye’ye öğrenim görmeye gelen Uygur gençleri son gelişmelerden oldukça tedirginler. Orada yüzyıldır yaşanan olayların, aşırı derecede abartılarak basında ve sosyal medyada tartışılması onları fena halde tedirgin ediyor. Olayların ve tartışmaların mümkün olduğunca dışında kalmaya çalışıyorlar, bu tür konuşmalardan uzak kalıp haklı olarak kendilerini ve ailelerini korumaya çalışıyorlar. Şu anda basında doğru yanlış paylaşılan yüzlerce fotoğraf, öncelikle Türkiye’de ve yurtdışında farklı ülkelerde öğrenim gören Uygurları vuruyor.
ARTAN İLETİŞİM KANALLARI
Türkiye’ye 1950’lerde ulaşabilen Uygurların hikâyeleri dramatiktir. Tibet üzerinden, Himalayalardan, Keşmir ve Hindistan üzerinden yaşanan bir trajik bir hicrettir bu veya diğer adıyla bir ölüm yolculuğu. Artık günümüzde, Türkistan’dan ulaşım bu şekilde olmuyor. 2011 den bu yana Çin’in en büyük havayolu şirketi aracılığıyla Urumçi’den İstanbul’a turistik seferler başladı. Bu son derece önemli gelişme son 4 yıl içinde oldu. Bu gelişme, birkaç saat içinde Urumçi’den bir Uygur turist grubunun Sultanahmet’te namaz kılmasına veya bir Urfa Lokantasında yemeğini yemesine imkân veriyor. 20 yıl öncesinde Türkiye’de sadece İstanbul üzerinden Hacca giderken uğrayan yaşlı Uygur hacı adaylarını görebilirken, artık büyük turist kafilelerini de görebilmek sevindirici.
İnternet imkânları, karşılıklı dil öğrenimini kolaylaştırdı. Uygurlar internet üzerinden İstanbul Türkçesini bir iki ay içerisinde kolaylıkla öğrenebiliyorlar. Artık Türklerden de merak ve hevesle Uygurca öğrenenler de var.
Türk ürünleri, hiç bir zaman Kaşgar, Urumci, Gulca, Aksu, Hoten pazarlarında bu derecede görünür hale gelmemişti. Türk dizileri uydu kanalıyla veya CD’lerle beğenilerek izleniyor.
UYGURLARIN GİRİŞİMCİ YÜZÜ: UYGUR RESTORANLARI
Yurtdışında açılan Uygur lokantaları, bir yandan Dünya mutfakları arasında farklı lezzetleriyle yer tutan Uygur mutfağını tanıtırken, maharetli ustalar için hem bir gelir kaynağı, hem de halkın kültürünü tanıtan bir pencere açmış oluyor. Bu vesileyle, maddi saikler yanında halkın kültürel varlığını Dünyaya tanıtmış oluyorlar. Yakın zamana kadar İstanbul’da sadece bir adet olan ve şu anda sayıları otuza varan Uygur lokantaları birer girişimcilik örneği olarak ilk defa İstanbu’la Kaşgar’ı bu kadar yakınlaştırmış oluyor.
Hâlbuki bu güzel mekânlar insanları buluşturup kaynaştıran ortamlarken, Türk basınındaki ve sosyal medyadaki son haber furyası sonrasında, Uygur lokantaları maalesef Çin tarafından politik gerekçelerle izlenme ve kendilerine suç isnadı korkusuyla Uygurların gitmeye çekindiği mekânlara dönüşmüştür.
250 YIL SONRA NE OLDU DA UYGURLAR AKLA GELDİ?
Uygurlar benim için çocukluğumdan beri bildiğim güler yüzlü güzel insanlar. O zamanlar biz bütün Türkistan’a büyük bir romantizmle bağlıyken, insanların bu kadar büyük bir drama bigâne kalmalarını çocuk aklımla bir türlü anlayamazdım. İnsanların bu coğrafyadan bu kadar habersiz olmalarını hazmedemezdim. Bütün insanlar ve insanlık önemliydi; mazlumluğun her çeşidi içimizi acıtıyordu. Zulüm gören beldelerin hepsi; O zamanlar, Afrika da Ortadogu da, Rus işgali altındaki Afganistan da önemliydi ama yetim Türkistan ve Kafkasya içimizi bir başka acıtıyordu. Sadece hassasiyet sahibi birkaç insanın gündeminde var olan Uygurlar, acaba neden birdenbire geçmişte konuyla ilgilenen ilgilenmeyen bilen-bilmeyen birçok grubun gündemine giriverdi.
Hatırlarsanız, ABD’nin Irak savaşı sırasında birdenbire Türkiye gündeminde Irak Türkmenleri ve onların korunması, hakları vs. tartışılmaya başlamıştı. Hâlbuki bunu tartışan gazetelerin neredeyse hiçbirisinde geriye doğru tararsanız Türkmenleri bulamazsınız. Çünkü o dönemde Türkiye’nin Irak’a girmesi için Türk kamuoyu ikna edilmeye çalışılıyordu. Anlaşılan o ki, birileri Türkmenleri sevdiği veya korumak için değil, politik sebeplerle gündemimize Türkmenleri sokuyordu. Pekiyi, bugünlerde Irak Türkmenleri konusunu gündemde hiç görüyor musunuz? Bugünlerde de Suriyeli Türkmen kardeşlerimizi birdenbire hatırlayanlar oldu. Acaba hangi iç ve dış politika dengeleri adına gündemimize sokuluyorlar? Bu paragraftan, okuyucunun, kardeş milletlerin başkalarının politikaları için kullanıldıkları, bu yüzden de bizim onlarla ilgilenmememiz gerektiği sonucunu çıkarma kolaycılığına gitmeyeceğini düşünüyorum. Tam aksine, kardeş milletlerin başkalarının çıkarları olduğunda değil, herdem gündemde tutulması gerektiğini anlamak gerektiğini vurgulamak isterim.
Pekiyi, aynı mantık silsilesiyle Uygur kardeşlerimiz neden bu kadar yoğun bir hızla gündemimize sokuldu; buna bir bakalım:
Şahsen benim gündemimden hiç bir zaman çıkmayan kardeşlerimizin bugün artık gündemde olması ümit verici ve önemli olsa da konunun gündeme doğru usullerle ve samimi, hesapsız ve çıkarsız bir şekilde girmesi hayati derecede önemlidir.
Çin Halk Cumhuriyeti, nüfus ve ticari potansiyeli, hızlı kalkınması ve askeri sebeplerle ABD, Japonya, Rusya ve Hindistan’ın sıcak takibi altındadır. Küresel güçlerin çıkarları adına, Uygurların kanının dökülmesi değil, Dünyanın gündeminde Müslüman halkların savaş ve radikalizm dışında farklı gündemlerle yer bulmaya çalışması elzemdir.
Gençlik yıllarımızda sık sık gündeme gelen Tibet meselesi acaba neden artık kimsenin aklına gelmiyor? Acaba Dünyada yükseltilen sözde Müslüman radikalizmin bir başka versiyonu yerli halkların demografik yapısının değiştirilmesi ve yok edilmesi amacıyla Doğu Türkistan’da mı ortaya çıkarılacak? Acaba sadece din vurgusuyla veya sadece milliyetçi söylemlerle Doğu Türkistan’a yardım edilebilir mi? Uygurları seven ve daha fazla zarar görmemelerini isteyen bütün herkesin bu sorular üzerinde ciddi şekilde kafa yorması gerekir.
DIŞ POLİTİKADA GALEYANLA DEĞİL, TEENNİ VE TAKİP İLE SONUÇ ALINIR.
Günümüzde, basının ve sosyal medyanın gücü tartışmasız olmakla beraber, doğru haberler verilerek doğru yönde kamuoyu oluşturulması gerekmektedir. Örneğin Çin’de hatta Uygur bölgesinde orucun yasaklandığı, zorla- dayakla oruç açtırıldığı doğru bir haber değildir.
Bugün medyaya konuyla ilgisiz birçok malzeme servis edilmektedir. Derisi yüzülmüş insan fotoğrafları, bir trafik kazasından alınan görüntüler, veya farklı şekilde ölmüş insanların morglardan alınan görüntüleri altına yazılan haberler, Arakan’dan Japonya’dan Orta Asya’nın farklı ülkelerinden alakasız görüntülerle abartılı haberler meselenin haklı zeminini kaybettirmektedir.
Bölgeyi tanıyan herkes tarafından oruçla ilgili bir yasaklamanın hangi din ve etnik kimlikten olursa olsun Komünist Partisi üyelerine, devlet memurlarına ve öğrencilere uygulandığını, halkın diğer kısmının orucuyla kimsenin ilgilenilmediği bilinmektedir. Fakat dini inançlar üzerindeki genel baskı dolayısıyla halk bu konuda sadece bu yıl değil, 60 yıldır kendisini rahat hissetmemektedir. Doğu Türkistan’da dini özgürlükler üzerinde baskı olsa da camiler açıktır ve halk serbestçe namazını kılabilmekte, dini gün ve bayram kutlamalarını açıkça yapabilmektedir.
Çin, devlet politikası olarak etnik veya dini bir hareketi veya oluşumu hissettiğinde en katı şekilde güvenlik paranoyasını işletmekte ve üzerlerine gitmektedir. Mesela, Uygurlar dışında Çin’in iç kesimlerinde yaşayan ve Çince konuşan Çinli Müslümanlar da vardır. Çin bu gruptakilerden tehdit hissetmediğinden onlar bütün dini özgürlüklerden serbestçe yararlanmaktadırlar. Hâlbuki iş Uygurlara geldiğinde, resmi makamlarda bölünme korkusuyla paranoyaya dönüşen bir tehdit algısı ortaya çıkmaktadır. Uygurlara, sadece milliyetçilik ve dini referanslar üzerinden sahip çıkmak, konunun Dünyanın diğer bölgelerine taşınmasını zorlaştıracak zayıf bir hak arayışından öteye geçemeyecektir. Unutmamak gerekir ki, milli referanslar anıldıkça etnik baskı, dini referanslar anıldıkça dini baskı artmaktadır.
Bütün krizlerde olduğu gibi, gerginliklerin ve kan dökülmesinin başlamasından önce özellikle diplomasi gereklidir, başladıktan sonra yine diplomasi. Fakat bir kez kan dökülmeye başlamaya görsün. Artık, Suriye’de veya Irak’ta kaç insanın olduğu Stalin’in dediği gibi bir “trajedi değil”, sadece istatistik meselesidir. Kaç milyon insanın öldüğü veya öleceği maalesef duyarsız Dünya kamuoyunda birer gazete haberi ve entelektüel “iç çekiş”lerden başka bir anlam ifade etmemektedir.
Tek bir Uygur’un burnunun kanamaması, meselenin özünde ise yeryüzündeki tek bir insanın bile haksız yere kanının dökülmesine karşı ortak hassasiyet göstermelidir. Bu hassasiyetin, haklı zeminde, akla dayalı, uluslararası hukukun dilini bilen, meseleyi Dünya kamuoyuna taşıyabilecek basın üzerinden ve diplomasinin her boyutuna başvurularak kullanılması gerekir. Asırlık problemlerin çözümü gündelik tepkilerle maalesef olmuyor. Sadece Türkiye gündeminde değil, mesela Azerbaycan veya Uygurlara neredeyse “birdenbir” (yüzde yüz manasında Uygurca tabir) benzeyen Özbek kamuoyuna mesele taşınmamış, taşınamamıştır. Bunu sivil toplum ve kamuoyu başarabilir.
5000 bin kilometre uzakta ve Türkiye’nin yaklaşık 20 katı nüfusa sahip BM Güvenlik Konseyinde veto hakkına sahip, dış ticaretteki korkunç gücü ve yıllardır kesintisiz büyümesiyle dünyadaki diğer büyük güçlerin de dikkate almak zorunda kaldığı bir gerçekliktir. Geçen hafta başında ifade ettiğim gibi Uygurların temel insan hakları ve kültürel korunmaları bağlamında dünyanın anlayacağı ince bir dilde yani teenni ve diplomasinin dili ile gündeme taşımak gerekecektir. Dünya, Türk kamuoyunun gündemindeki etnik ve dini hassasiyetlerle ilgilenmeyecektir ve Müslümanlar ve Türkler söz konusu olduğunda hiç kuşkusuz duyarsız kalmayı tercih etmektedir. Bu durumda, Uygurlara uygulanan her tür hukuk dışı uygulamaya karşı, Çini yok sayarak değil, tam aksine ilişki kurarak Uygurları gündemde tutmak gereklidir. Bugün Ortadoğu’da nasıl ABD yok sayılarak sonuç alınamıyorsa, aynı şekilde Çini yok sayarak Uygurlara ulaşmak mümkün değildir. Çin’den Türkiye’ye ithalat ve yatırım milyarlarca Doları bulmuşken, Türkiye’nin Çin’de veya Uygur Özerk Bölgesindeki yatırımları istisnaidir. Özellikle, aynı dilin şivelerini konuşan Türk ve Uygurların faydasına olacak olan bu bölgede yatırım yapılması, son yıllarda Çin’in izlediği ekonomik açık politika ile Türkiye’nin bölgeye ilgisi ile mümkün hale gelmiştir. Türk işadamlarının Uygur Özerk Bölgesinde veya Çin’in diğer bölgelerinde yapacağı yatırımlar ve yaratacağı istihdam imkânı Uygurların da lehine olacaktır. Özetle, Türkiye Çin ilişkilerinin devamı öncelikle Uygurların korunması için elzemdir.
Türkiye’nin 2008’den bu yana kaç bin Uygur’a vatandaşlık hakkı verdiği konusuna değinmeyeceğim. Belki çok daha fazlasına vatandaşlık verilmeli, fakat kalan Uygurların durumu, her ne kadar bugün çok zayıf argümanlara dönüşmüş olsa da uluslararası politika ve hukukun, diplomasinin ve insan hakları öğretisinin ışığında Dünya gündemine taşınmak zorundadır. Bu konuda Türk akademisyenlere büyük görev düşmektedir. Bu arada, Türkiye’de Uygur kökenli olmayıp da Uygurca veya Çince bilen kaç akademisyen olduğunu ortaya sorarak bir mahcubiyet de oluşturmak istemiyorum.
Unutmamak gerekir ki, haklı davalar haklı ve meşru usullerle savunulabilirler. Uygurların dediği gibi, “usulsüz vusul (b)olmaz.” Dış Politikada hedeflere galeyanla değil, diplomasi ve teenni ile ulaşılır. Çin’le kapıları çarparak kapatmak değil, tam aksine kapıları açarak görüşmeleri sürdürmek bütün Çin halkı ve özellikle Uygurların da içinde olduğu azınlıklar için hayati önem taşımaktadır. “Müslümanlar veya Türkler öldürülüyor” protestolarını Dünya hiçbir zaman duymayacaktır. İnsan hakları, kültürel hakların savunulması, dil ve eğitim hakkı, kültürel çeşitlilik, “birlikte yaşama kültürü” gibi Dünyanın kulağının aşina olduğu kavramlar üzerinden yeni bir dille haklarımızı savunmak zorundayız.
Kaynak : dünyabülteni.net 03.01.2016
Etiketler: Çin » Dünya » Eğitim » etnik Çatışma » Genel » Görüş Yorum » Gündem » kÖŞE YAZARLARI » Makale Analiz » Röportajlar » SiyasetBENZER HABERLER