Son Dakika
Gülnur Ruzibaki (İstanbul-Sabahattin Zaim Üniversitesi Öğrencisi)
“Bir kavmi ötekinden ayırıp farklı kılan, ya da bu iki kavmin “birbiriyle buluşmasını, konuşmasını ve birbirini olgunlaştırmasını sağlayan yolculuktur medeniyet.” Yani aslında medeniyet, dünyayı ve hatta tüm yaratılışı ayakta tutan hakikat arayışıdır. Bu yüzdendir ki “medeniyetin özü hikmettir” denmiştir.
(Medeniyet Tasavvuru Manifestosu-Prof.Dr. Yusuf Kaplan)
Soylarımız ve Babalarımızın tanınması üzere ayrıldığımız kavimler içinde, başlangıcı insanoğlunun yaratılışına dayanan bir sahip olma içgüdüsüyle yaşamışız hep. Daha medeniyetlerin temeli atılacakken Kabil’in haksız rekabeti, kardeşine dayatması cinayet olarak zuhur etmemiş miydi? Habil’in öldürülmesi, ilk cinayetin asıl sebebi insanın karşı koyamadığı hâkimiyet tutkusu olmuştu.
Aslında insanoğlu hiç birlikte yaşamayı öğrenemedi. İnsanlar çoğaldılar, çoğaldıkça sınırlar koydular. Hatta yeri geldi yeni sınırlar içinde tekrar sınırlanmak zorunda kaldılar. Yani aslında ölçek büyüyordu ama ufukları hep daralıyordu. Bir şeylerin kavgasını yapmaktan hiç vazgeçmediler. Güçlü olan zayıf olanı yutmayı kendine ödev bildi. Hatta kötü emellerinin üstünü küreselleşme müjdesiyle örterek sundular. Herkes kendi sözü ve arzusu tahakkuk etsin istedi ve bunu kendilerine de dayattılar.
Kapitalizm…
Kadın hakları savunucuları… Kimi kime karşı savundular? Kime karşı kimi korudular? Kadını savunurken karşı tarafı daha da kışkırttılar. Ufak tefek olumlu sonuçları olmadı değil. Olacak tabi, iyi niyetli olduklarına bizi inandırmaları gerekiyordu.
Haklarına tecavüz edilenler sadece kadınlar değildi. Çocuklar da haksızlığa uğruyordu. Çocuk hakları dediler bu kez. Önce kadınlar uçmuştu yuvadan, şimdiyse çocuklar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Hür olmalılardı çünkü. Haklarıydı bu.
Yuvadan ayrılan her bir birey, yeni bir tüketici demekti. Daha çok yemelilerdi. Tükettikleri kadar var olduklarını, tüketmezlerse tükeneceklerini sandılar. Oysa tükettikçe tükeniyorlardı.
Böylece mikro alanlardan makro alanlara yayıla geldi bağımsızlık tutkusu. Şimdi aynı güç milletlerini devletinden ayırıyor sinsice. Her iki tarafa da sinsice dayatıyorlar aslında ama bizler bize dayatılan dışı bağımsızlıkla süslenmiş tutsaklığı yudum yudum çekiyoruz kendimize. Gönüllü birer köleyiz, özgürlükten anladığımız şey tam da bu.
Çok da karamsar olmayın. Yeni, entelektüel, zeki bir nesil yetişiyor. Yetişiyor tabi, okullarda… Ne öğreniyorlar? Tutsaklığımı? Yoksa nasıl daha kolay teslim olunuru mu? Tabi ki hayır. Bunu açıkça yapamazlar. Sinsice yapmalılar. Yapmalılar ki iyi olduklarına ikna olalım.
Arkadaşlıklarımız, kavgalarımız, konuşmalarımız, derslerimiz, yaşantımız bize ait değil. Hafta sonu sinemaya gitmek kimin kültürüne ait? Anne babayla arkadaş gibi olmak kimin kültüründe mevcut? Özür dileyememek nerede peki?
“Bak, dinle. Bunun için üzgünüm tamam mı?” cümlesi Türkçe mi? İşte yeni nesil böyle özür diliyor.
Toplumların okulları yerine, okulların toplumları oluşmaya ve oluşturulmaya devam ettikçe de böyle olacak bu. Maküs kader…
Ben toplumun küçücük bir bölümünü temsil eden ailemde, bazı şeyleri hala usulünce yapabilmekten çok memnunum. Babamı çok seviyorum. Annemi de… Bana özür dilemeyi onlar öğrettiler.
Biz Doğu Türkistanlı’yız. Aslında medeniyet dayatmasına ve kültür savaşlarına ait haberleri doğduğumdan beri her gün duymakta, şahit olmaktayım ve de çok istirap duymaktayım.
Yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından oldukça zengin Doğu Türkistan’ın, stratejik yönden büyük önem taşıyan bir konumda olması çok eskiden beri Çin’in iştahını kabartıyordu. Kalmukların Önderi Amursana’ın idaresindeki Çungurların desteğini alan Çinliler 1755’te Doğu Türkistan’a saldırdılar. Doğu Türkistan’daki iç kavgalardan da istifade ederek 1758’de Kaşgar’ı ele geçirdiler ve 1759’da Doğu Türkistan’ın işgalini tamamladılar.
Böylece Çin zulmü başlamış, Türklerdeki hâkimiyet tutkusunun onları hep devletçikler halinde yaşamaya zorlamış olması, Çin’in ezelden beri kendisinde var olmuş yayılmacı ve dayatmacı politikasını kolayca uygulayabilmesini sağlamıştı. Uygurlar köklü bir medeniyete sahiptiler. Fakat buna rağmen tutkuları ve hızları onların bir tarih karesi haline gelmelerine neden olmuştu. Hız dondurur çünkü. O kadar hız ve hırslılardı ki üzerlerinde oynanan oyunun farkına varamadılar. Öz medeniyetlerini kendi toplumuna uygulanmasını bilemediler.
Burada Çin’in stratejisini de es geçmemeli. Dostane hallerle en içine girdiği hedef milletin, artık kaçacak yeri kalmadığına kanaat getirince köşeye sıkıştırmak… Bugün Çin’in dünya ticaretinde önemli bir yerde olması, bu dediğimi kanıtlar nitelikte.
Sonuçta tüm kabahati dayatana yüklememek gerekir sanırım. Dayatılmaya müsait olmamak gerekir. Boşuna dikilmiş olmamalı Göktürk Kitabeleri, değil mi? Bilge Kağan kimin menfaatini düşünerek, “Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldanıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi, bilgili insanı yürütmez imiş. Bir insan yanılsa kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmaz imiş. Tatlı sözüne aldanıp çok çok, Türk Milleti öldün: Tanrı buyruğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep topladım. Yoksa bu sözümde yalan mı var?” sözlerini niye kazıtsın ki Orhon Mengutaşlarına ?
Bu kadar medeniyetten bahsetmişken atlamak istemediğim ve yazımın sonunu getirmesini istediğim bir konu daha var.
İbn Haldun Mukaddime adlı eserinde, Ümran olarak isimlendirdiği yeni bir ilim ve perspektif inşa eder. Ümran, ilmi tarihte olup bitenleri ve toplumların başına gelenleri ve gelecekte olabilecekleri anlama hususunda genellemeler yapabilecek tarzda bir başka bakış açısı geliştirebilmeyi kapsar. Ümran idealitesi gerçekleştirilebilseydi şayet, bu ilim insan ve toplumlar ve medeniyetlerin yaşayışına işleyebilseydi bugün bir medeniyet kendini neden, nasıl dayatır sorusu sorulmayacak ve belki de bu yazı ve benzerleri hiç yazılmamış olacaktı.
BENZER HABERLER